“Marksist metinlere bizim kendi yaklaşımımız…bu metinlerdeki çoğulluğu yeniden elde etmeye, iç yapılarını ve zenginliklerini oluşturan ve politik analiz için başvuru noktası olarak kalmalarını garanti eden birçok - hatırı sayılır ölçüde heterojen ve çelişkili - söylemsel dizilişi yakalamaya çalışmıştır. Büyük bir entellektüel geleneğin aşılması hiçbir zaman ani bir çöküş biçiminde değil, aynı kaynaktan çıkan nehir sularının çeşitli yönlere yayılarak başka kaynaklardan gelen akıntılarla karışması tarzında olur.”
Laclau/ Mouffe
Yetmişli yıllarda Orhan Esen’le Alman Lisesi’nde okur ve her sabah Gümüşsuyu’ndan Tünel’e yürürdük. Alman Lisesi öğrencileri üniforma giymezdi seksen öncesi yıllarda, biz de lisemizin bize bahşettiği özgürlükle -ve derste öğrencilere 18 Brumaire okutup istediklerini giymelerine izin vererek onların yıkıcılıklarını ellerinden alan bu “yanlış özgürlük”ten nefret ederek- saçlarımız uzun, elimizde Birikim’in son sayısı Galatasaray Lisesi’nin önünden geçer, bu yüzden çoğu zaman hâkir görülürdük. Haniyse Malthusçu olmak denli kötü bir şeydi -Birikim okuyana kaçınılmaz olarak vurulan damgayla- “Birikimci olmak, hele “Althusser”cilik, “Aydınlık”çılıktan beterdi; yanlış bir kuramsallıktı, burjuva entellektüelliğiydi, rezvizyonistlikti, konformistlikti. Oysa kendi lisemize vardığımızda elimizde tuttuğumuz yine aynı Birikim nedeniyle öğretmenlerimizden kibar uyarılar alır, bugün Interstar, İstanbulspor, Rumeli Holding vb. sahibi Cem Uzan gibi sınıf arkadaşlarımız tarafındansa “komünistlik”le suçlanırdık.
İki arada bir derede bir şey olmaktı yani Birikim okuru olmak; devrimci arkadaşlarımız bize burun kıvırır, yolundan sapmış ve ağılına geri döndürülmesi gereken koyun muamelesi yaparken sınıf arkadaşlarımız bizi terörizm ve vatanhainliğiyle suçlar, düşmanlık beslerlerdi. Ne var ki, sanıyorum -ortak bir grup oluşturmaktan uzak olan- bizler (ben, Orhan Esen, Mustafa Ziyalan, Dilek Zaptçıoğlu, Deniz Göktürk vb.) yetmişli yılların bu Birikim deneyiminden kendi hesabımıza çok şey öğrendik: en azından kendimizi köksalmış tanımlarla açıklamamıza engel olan bir belirsizlikti Birikim, kendini Aylık Sosyalist Kültür Dergisi olarak tanımlamasına karşın, farklı yerlere açılım sağlayan ve sosyalizm gibi sihirli bir sözcüğü sabitlemeyen, tersine ısrarla onun farklı uzantılarına ve yananlamlarına işaret eden bir dergiydi. Örnekse Birikim, benim Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ni ve Ne yapmalı?’yı okuduğum yetmişli yılların ortalarında Althusser ve -Mustafa Irgat çevirisiyle- Roland Barthes bir yana, Ahmet Güntan gibi şairlerle ve Ahmet Oktay’ın Edip Cansever çözümlemeleriyle tanışmamı sağladı ki bu açılımları sağlayan ikinci bir dergi yoktu o günlerin kültürel ortamında; 12 Mart romanları dışında bir yapıtla karşılaşılmayan yazınsal yaşamda Ahmet Güntan gibi bir şairi basan bir aylık sosyalist kültür dergisi başlıbaşına bir ayrıksılıktı. Bu yüzden kendi bilgilerine saplanıp kalmış olan “devrimci” arkadaşlarımız haklıydılar kendi açılarından; her sabah Tünel’e yürüyen gençler olarak bizim bu dergiden anladığımız, Birikim’in sol hareketin içsel sınırlarını genişletmeyi amaçlayan bir dergi olduğuydu; nitekim zaman içerisinde New Left Review gibi dergileri ve Terry Eagleton gibi yazarları okumaya başlamamız, sanırım yine Birikim sayesinde gerçekleşti. “Solcu” olarak kendimizi tanımlar ve gerek toplumsal, gerekse kültürel kimliğimizden söz ederken kimlikleri “işçi sınıfı”, “Aydınlıkçı”, “burjuva” gibi sonsuza değin kendiyle özdeş ve bitmiş kavramlar olarak düşünmememizi, onlara kendi içlerinde farklılıklar gösteren ve dönüşen katmanlar olarak yaklaşmamızı sanırım büyük oranda bize Birikim öğretti.
Kaldı ki kısa sürede “Birikimcilik” diye bir kategorinin olmadığını fark ettik: kendini muhalif olarak konumlandırarak var olan iktidar ilişkilerinin muhalifi ve karşıtı olma özelliğiyle yeniden iktidar ilişkileri içinde konumlandırılacağına, iktidar ilişkilerinin içsel sınırlarını zorlayan yazarları çatısında barındıran bir dergiydi sanki Birikim; bu yüzden bugün yapıbozumcu, o zamanlar yapısalcı diye adlandırılan yazarlara yer vermesi, kuşkusuz rastlantısal olamazdı. Çünkü çözümlenmesi ve bozulması gereken bir yapı olduğu konusunda hemfikirdi gerçi Birikim yazarları; ne var ki, Birikim’in birinci yılı nedeniyle yazdıkları yazıda amaçlarının “çemberi kırmak, alanı genişletmek ve ancak sınırlı sayıda kişinin ayrıcalığı gibi gözüken bu işi toplumsallaştırabilmek”1 olduğunu söylüyorlardı ki, sonraları Marksizmle yapıbozumu harmanlamaya niyetlenecek olan benim gibi gençler için çarpıcı yaklaşımlardı bunlar; devrimin sıfır noktasının değil, sürekli dönüşen ve bu dönüşüm sürecinde geçmişi içinde barındıran bir episteme’nin izini süren ve bu bilgiyi içeriden tahrif etmeyi amaçlayan yaklaşımlardı. Birikim’in devrimin sıfır noktasından yola çıkmadığını söylüyorum, çünkü “nasıl bir sonuca vardığından” ziyade “sonuca nasıl vardığını”2 anlatmayı amaçladığını vurguluyordu ısrarla Birikim; bu ise, kaçınılmaz olarak, derginin içinde yer aldığı geleneğin ve bilginin sınırları dahilinde olasıydı. Şunu demek istiyorum: benim Birikim deneyimim, bana değişimlerin tabula rasa misali hiçbir zaman bugünden yarına gerçekleşmeyeceğini, içinde yer aldığımız ve sırtımızda taşıdığımız birikimin bizi her zaman şekillendirmiş olduğunu ve geçmişin her zaman bugünün bir parçası olacağını öğretti. Bu nedenle bir sıfır noktası olarak yaklaşamadım ben hiç devrime; yine bu yüzden beni yalnızca sonuçlar değil, sonuçlara nasıl varıldığı ilgilendirdi. Kuşkusuz bu bağlamda liseli gençlere kuramsal düşüncenin kapısını aralayan bir dergiydi Birikim; yalnızca pratiğin önemli olduğu bir zamanda ısrarla pratiğe giden yolun önemi üzerinde duruyor, kuramdan uzak bir hareketin neden kendi içinde çökmeye mahkûm olduğuna, sırf muhalefete dayanan bir pratiğin muhalif olma özelliğiyle nasıl egemen iktidar ilişkileri tarafından iktidarın bir parçasına çevrimlendiğine işaret ediyordu.
Çünkü bilindiği üzere, egemen söylemin çok sevdiği şeylerdi karşıtlıklar; karşıt ve muhalif olma özellikleriyle hemen söylemin kendine yedirilebilirlerdi. Bu bilginin bizlere öğrettiği önemli bir şey daha vardı ki, o da -Roland Barthes’ın 1977 Collège de France açılış konuşmasını alıntılıyordu Nedim Gürsel yine yanılmıyorsam Birikim’de- bir bilgi geleneğinin bir başkasıyla yer değiştirmesinin yalnızca o güne değin anahtarımız sayılan altyapıyla ilintili değil, dünyamızın sınırlarını belirleyen dilimizin sınırlarıyla ilintili olduğu ve bilgi değişikliklerinin kaçınılmaz olarak dilsel paradigma değişikliklerine bağlandığıydı. Ne var ki, söz konusu dilsel episteme (Bachelard; Foucault) ya da paradigma değişikliği (Kuhn) kendini hiçbir koşulda salt bir üstyapı kurumu olarak göstermiyor, daha ziyade Gramsci’nin kültürel hegemonya diye nitelendirdiği ortamda, kendinden önce kurulmuş olan söylemleri içine katarak yol alıyor; onları içinde barındırarak gerçekleşiyordu. Hegel’in sözünü ettiği aufheben’di bu bir anlamda; kültürel bir hegemonyanın ezberini kırmanın yolu ise, ona muhalif olmaktan değil, onun hegemonik söylemini çözümlemekten, tersyüz etmekten, ona yeni içerikler eklemlemekten geçiyordu. Çünkü Roland Barthes’ın vurguladığı üzere dil bizi yalnızca susmaya değil, ısrarla aynı ezberi tekrarlamaya zorluyor, “ezberlenmiş bir formülü ahmakça tekrarlayan”3 dilsel göstergelerse kaçınılmaz olarak iktidarın suçuna ortak oluyordu.
Ne var ki, suça ortak olmamak adına yapılan muhalefet, ezberlenen formüllerin karşıtlığını iddia ettiği sürece yine hemencecik tersine dönüyor, iktidarın ekmeğine yağ sürüyordu. Bu nedenle kuramdan ve sonuçlara nasıl varıldığından uzak bir pratik, kendini devrimin sıfır noktası olarak kurgularken, sonuçta iktidarın güçlenmesine yol açıyordu.
Kuşkusuz önemli bir sorun daha vardı o günlerin kültürel ortamında: o da, devrimden ve işçi sınıfından söz ederken, bunların ortak bir uzlaşım olduğuna ilişkin inanıştı. Herkesin bildiği ve uzlaştığı şeylerdi Marksist metinler; yapılması gereken şey de belliydi.
İşte kanımca Birikim, Marksist hegemonyanın bu bilgi tekelini kırdı: Marksist söylemin, Laclau ve Mouffe’un diyeceği gibi -söz konusu yazarları sonraları basacak olan yayınevi de Birikim’di- kendi içinde hatırı sayılır ölçüde heterojen olduğunu, Marksist kimlik diye bitmiş bir kimlikten söz edilemeyeceği gibi işçi sınıfı diye türdeş bir sınıfın da olmadığını kanıtladı. Bu nedenle Birikim’in Althusser’le başlayarak Tel Quel grubu yazılarından Stuart Hall’a, Eagelton’dan Laclau’yla Mouffa’a açılan bir yelpazede Türkiye’yi yapıbozumla tanıştırmış olduğunu savlayabiliriz.
Nitekim yine Birikim’in içinden çıkan bir kadronun Toplum ve Bilim’i kurarak sosyal bilimleri açma harekatına girişmiş olması da kanımca rastlantısal değildi. 1970’li yılların kültürel yaşamının tek hakikatıydi Marksizm; Birikim, Marksistliğinden ödün vermeden kendi hakikatini sorgularken, modernizm sonrası söylem denilen söylemin iki çıkış noktasıyla buluşmuş oldu. İlkin, kendi söylemini -Marksizmi- tek hakikat olarak sorgulayarak onu yeni içeriklerle doldurmaya çalışır, bazı kavramları terk eder, bazılarını devralırken, kanımca Lyotard’ın büyük anlatılar dediği evrensel modernizm anlatılarının tümünü sorgulamış ve yeni bir sol anlayışının -bilinçli ya da bilinçsiz- öncülüğünü yapmış oldu. İkincisiyle hiçbir anlatının kendiyle sonsuza değin örtüşemeyeceğini, Marksizmin toplumsal şeffaflık isteğinin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Çünkü sonsuza değin kendiyle örtüşen bir toplum isteği, sonsuz bir özdeşlik ve durağanlık isteğinden başka bir şey olamayacağı için temelde Marksizmin tarihselciliğiyle çelişmekteydi. Marksist hareketin içinden çıkmış olmasına karşın kendini sorunsallaştırmış oldu Birikim böylelikle; kendini başka söylemlerle ilişkilendirerek solu başka bir bilgiye doğru taşıdı. Kanımca yeni eklemlemelerle kendini sürekli yeniden üreten geçirgen bir bilgiydi bu; Marksizmi sabitleyeceğine onun içindeki devingenliği ve çoğulluğu gözler önüne seren bir bilgiler kümesiydi. Nitekim 1970’li yılların ortalarında başlayarak süren disiplinlerarası ilginin de sanırım başka açıklaması olamazdı; yazar kadrosu bile farklı disiplinlerden gelerek -örnekse- yazınbilimle siyaset felsefesini harmanlayan, şiir ve iktisat gibi farklı bilgilerin birikiminden yararlanan bir kadroydu.
Tabiî ben ve liseli gençler olarak bizler, bunu yetmişli yıllarda ne kadar anladık, ayrı sorun. Gençlere özgü bir sezgiyle Birikim’in bitmemişliğinden hoşlanıyor, onun bize sunduğu ufkun genişliğini seviyorduk. Neden o yıllarda kimi arkadaşımızın yaptığı gibi İletişim’le ilişki kurmadık, bilmem. Ne var ki Birikim’den edindiğimiz birikimle dünyaya açıldık ve Viyana, Berlin, New York gibi yerlere dağılarak ciddi bir fen eğitiminden geçmiş olan Alman Lisesi mezunları olarak ilginç bir tablo çizip, sosyal bilimler okuduk. Çoğu arkadaşımın yurtdışında kalmasına karşın ben, 1990’lı yılların ortalarında yeniden Türkiye’ye döndüm.
Bu arada Birikim uzun yıllar kapalı kaldıktan sonra yeniden çıkıyordu. Garip bir rastlantı sonucu başka bir ülkede ve başka bir dilde çıkacak bir yazım için bir kitabın orijinaline ihtiyacım vardı ve Ayrıntı o kitabın Türkçesini basmıştı. Ömer Faruk bana arşivinden seve seve kitabın orijinalini vereceğini, ancak kitap hakkında Türkçe bir şeyler yazarsam sevineceğini söyledi ve Türkçe yazdığım o yazıyı Abdullah Onay’a verdi. Yirmi yıllık kişisel bir Birikim deneyiminden sonra Birikim yazarları arasında yer almayı yadırgadım önce. Tuhaf bir durumdu bence: artık benim de büyümüş ve öğretim üyesi olmuş ve yıllardır ders verip yazı yazıyor olmama karşın gençliğime ve yetmişli yıllara dayanan kişisel bir ilişkim vardı Birikim’le; birdenbire bir eğrinin kapandığını ve onun kendi içinden çıkan bir başka yuvarlak çizmekte olduğunu düşündüm. Benim yirmi yıl önceki Birikim deneyimimi onaylıyordu sanki yeniden çizilen bu eğri; bir bilginin aşılmasının hiçbir zaman bir kırılma ya da kopuş şeklinde gerçekleşmediğini, Laclau ve Mouffe’un dediği gibi farklı kaynakların kimi zaman birleşip kimi zaman ayrışarak aktığını, hiçbir bilginin kendiyle özdeş kalamadığını kanıtlıyordu.
Kanımca onca derginin çıkıp oncasının yok olduğu kültürel bir yaşamda Birikim’in -yasaklar bir yana- yirmi yıldır varlığını koruyor olması da, buna bağlıydı. Birikim, kendi birikimini yadsımayarak ve korkulan bir ezberi kırarak göstergelerin suç ortaklığına dahil olmamış ender yayın organlarından biriydi. Çünkü kendi sosyalist kimliğini sabit ve türdeş ve değişmez bir bütünlük olarak kurgulamamış, kimliğin içerme olduğu denli bir dışlama ürünü olduğunun da bilincinde olmuştu. Dışlamak ise, malûm olduğu üzere, konulan sınırlarla ilintiliydi ki, eğer onu yanlış okumuyorsam Birikim, konulan sınırları sürekli genişleterek dışsalın söylemini de kendine dahil etmişti.
Bu açıdan bakınca Marksizmi sabitleyeceğine onu bir simgeler ve ilişkiler dizgesi olarak düşünerek onu farklı söylemlerle ilişki içinde kurgulamış, onun içindeki çoğulluğu ve farklı özne konumlarını vurgulamıştı. Bu nedenle “kavramların bazılarını miras bırakarak, bazılarını da dönüştürerek ya da terk ederek, ve içinde toplumsalın çoğulluğunun biçimlendiği özgürleştirici söylemlerin o sonsuz sarmaşıklanmasında kendilerini eriterek: işte klasik Marksizmin alanını oluşturan söylemler yeni bir solun düşünülmesine böyle yardımcı” olabilirdi.4
Birikim’in ilk yılı üzerine, Birikim, sayı 13, mart 1976, s. 11
A.g.e., s. 11
V.İ. Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yayınları, Istanbul: 1969, s.20.
4 Laclau, Ernesto/ Mouffe, Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Istanbul, Birikim: 1992, s.11.