Yayın yaşamına yaklaşık çeyrek yüzyıl önce girmiş, arada zorunlu (ya da sorunlu) dönemler geçirmiş olmasına karşın bugüne dek varlığını sürdürmüş bir dergi üzerinde sağlıklı bir görüş geliştirebilmek için olanak (bütün koleksiyonunun el altında olması) ve zaman (birkaç ay) gerekir: Oysa ne biri var benim elimde, ne öbürü - dolayısıyla, benden bekleneni kısa, derişik bir metinle yerine getirmeye çalışmak tek çarem, sanıyorum.
Benden beklenen, diyordum, beklenen şu: 1970’lerde, Birikim’le hemen hemen zamandaş olarak, farklı bir ekiple, farklı bir kültür dergisi yayımlıyordum: Bu yan yana ilişki çerçevesinde, o yıllarda Birikim’i nasıl görüyor değerlendiriyordum, şimdi nasıl görüyor değerlendiriyorum, süratli paragraflarla bunu yapmayı deneyeceğim:
Önce, söylemeliyim: Yazı dergisinin etrafında toplanmış bir avuç insan, edebiyatın ve sanatın, bilimin ve kültürün, 1970’lerin ilk yarısında siyasetin güdümüne sokulmuş olmasından özellikle tedirginlik duymuş olanlardı. Sosyalistlerin ezici çoğunluğu için bir şairin (sözgelimi) sosyalist olup olmadığı birinci derecede önem taşıyordu, bizler içinse o şairin iyi şair olup olmadığı belirleyiciydi: Dünyagörüşünü paylaşmasak da, poetika ölçütleri açısından önem verdiğimiz bir şairi dışlamayı aklımızdan geçirmiyorduk.
Birikim’in yayın yaşamına “aylık sosyalist kültür dergisi” altbaşlığıyla girmesi bizleri sevindirdiydi. Şiir/şair örneğinde kalacak olursak, nihayet ciddi bir alternatif çıkmıştı karşımıza: Artık, sırf sosyalist olduğu için kaknem bir şair kafamıza kakılmayacaktı.
Birikim’in iyi-kötü bir şair kadrosu da vardı: Hasan İzzettin Dinamo’yu değil Can Yücel’i, Ataol Behramoğlu’nu değil İzzet Yasar’ı, Yaşar Miraç’ı değil Tarık Günersel’i öneriyordu dergi. Ece Ayhan’ı yayımlayarak tehlikeli sulara girmişlerdi ayrıca. Onlara çok yakın bulmuyorduk kendimizi belki, ama uzak da bulmuyorduk öteki “kültür” dergileri gibi.
Bir kere, Birikim hemen bir düzeyi hedef tuttuğunu göstermişti: Yaygın ucuz polemikçiliğe yüz sürmüyordu genellikle, kuramsal cepheyi sanat-kültür bağlamında da önemsiyordu, bazı temel sorunlara (yabancılaşma, şeyleşme gibi) ve konulara (psikanaliz, yapısalcılık gibi) dikkat kesiliyordu. Sosyalistlerin birçoğu kızıyordu dergiye. Onu en hafifinden revizyonist buluyorlardı. Gene de bir “elit” dergisi değildi Birikim, okuyan kesimlerden geniş bir militan tabanı topladı: Bu militanların çoğu “teori”yi “pratik” karşısında öncelikli bulanlardı.
Çok yakın değildik, ama uzakta da durmuyorduk derken, anlatılması pek kolay olmayan bir dizi “nüans”tan yola çıkıyorum aslında. Yanlış anımsamıyorsam, 1976’da Murat Belge’nin evinde bir gece, epey sağa sola savrulmuştuk. Murat, benim sosyalizme yönelik eleştirilerimden, bense “anti-sosyalist” görülme telâşımdan dolayı tedirginlik duyuyorduk. Mesafeyi anlatabilirim sanıyorum: O, ciddiye aldığı Lacan’ı, Barthes’ı, Lévi-Strauss’u ya da II. Yeni şairlerini eleştirel bakışla ele alıyordu; ben, ciddiye aldığım Althusser’i, Adorno’yu, Eagleton’ı ya da Brecht’i eleştirel bir tonla değerlendiriyordum. Şu vardı: O, solundakilere göre benimle, ben sağımdakilere göre onunla daha rahat söyleşip anlaşabiliyordum. Yıllar, bizi birbirimize daha da yaklaştırdı, sonuçta.
Gene de, Birikim’e hiç yazmadım ben. 1979’da, Murat’la önce yüz yüze gelerek, sonra yazışarak bir “Frankfurt Okulu” özel sayısı hazırlamaya başladım: Dosya tamamlandığında dergi kapatıldı - uğursuzluğum ünlüdür: Koskoca Ulus gazetesi ben yazmaya başlayınca, koskoca TDK ben ödül alınca kepenk indirmiştir!
1980’de koruduğu çizgisiyle Birikim, gerçekten bir birikim sağlamıştı. Öyle ki, son on beş yıl içinde boşluğu kolay doldurulamayan bir dizi yaklaşım getirdiğini ne yazık ki daha iyi anlama durumu doğmuştur. Belki bir kez daha vurgulamamda yarar var. Bunu, kültür bağlamında kalarak söylüyorum. Birikim, yeniden yayın yaşamına geldiğinde biraz daha farklı bir siyaseti yeğledi. Bu güzergâh değişiminde, sanatın ve edebiyatın yeri enikonu daralmıştı. Böyle olmasa, bana kalırsa, daha iyi olurdu: Birikim’in boşalttığı alanı başka bir dergi dolduramadı çünkü.
1975-80 arası sağlanan “birikim”e kendi payıma mesafeli duruşumun, kalışımın belirgin nedenine dönmek istiyorum: Siyasal çerçevenin, derginin yaklaşımında hep bir sınırlayıcılığı, daha doğrusu tahakkümü vardı. Onun için de çağdaş edebiyatın, sanatın sorunlarından neredeyse özenle uzak duruluyordu. Birikim’in Picasso’yu, Hlebnikov’u, Antonioni’yi, Bacon’ı, Schönberg’i, Stockhausen’i, Beckett’i, Borges’i nasıl okuduğunu bilemiyorduk; hattâ, işin açığı: Okuyup okumadığını da. Özel isimleri Türkiye’den de verebilirdim: Vüsat O. Bener, Yüksel Arslan, Mehmet Güleryüz, İlhan Usmanbaş, Metin Erksan, Bilge Karasu diye - bir şey değişmezdi.
Birikim’in açık ya da gizli bir kültürel ahlâkçılığa bel verdiği görüşündeyim: İyi bir yazar, iyi bir sanatçı nasıl olur reçetesini belli bir incelik içinde çizdiği kanısı ağır basmıştır, sayıdan sayıya ilerlerken. Bu yaklaşımı olağan buluyorum: Dergi, şüpheden çok inanca dayanıyordu. Olağan ama doğru değildi bu: Ismarlanan kültür iyi niyetle Troçkizmi, gerçekçi olunursa buyurgan bütün yönetimleri çağırıyordu zihne. Bizler, 1930’dan sonra yeryüzünün yarısında kurulan kültür limonluklarına verilmiş kurbanların bedelini sormakta haklıydık.
1980’den sonra sosyolojik bakışla sınırlı kaldı derginin kültür politikası. O alanı, geniş ölçüde Defter dergisi doldurmayı üstlendi gibi geliyor bana. Türkiye, Üniversite’sinin 1980 sonrası yaşadığı yıkımlar nedeniyle, kültür dünyasındaki boşluğu daha çok çevirilerle doldurmayı denedi. Kültür teknisyeninin yetişmediği bir ülkede herkesin mütefekkir ya da köşe yazarı olması doğaldır.