Tanıl Bora’ya, yani Birikim
dergisinden bir arkadaşıma
Gayrıresmî, kişisel ve
samimi bir değerlendirme
Tanıl,
Benden çok zor bir yazı istiyorsun. Birikim hakkında yazacağım ve adım camiada “Birikimci”ye çıkacak!
Birikim bir şey... Birikimcilik başka bir şey... Biri sahici bir şey, öteki sahiden var mı?
Birikimci demek (bu ülkenin solcularının indinde, sen ister galatı meşhur bir ifade, ister iftira de, istersen canları sağ olsun deyiver) “sivil toplumcu” demek. Ben ki, kendi payıma, sivil toplumculuğu eleştiren bir kişiyim, bana da sivil toplumcu diyenler var! Ama şurası kesin ki, Birikimci demek teoriyle biraz fazla uğraşmak demek.
Sen belki aynı görüyorsundur ama, bana göre ’80 öncesi Birikim ile ’90 sonrası Birikim farklı. Yani şunu demek istiyorum: ’80 öncesinde bir iç savaş vardı ve Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu.
’80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle, “şak şak şak” ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle “tak tak tak” ifade edilebiliyordu.
Türkiye de işte öyle ikiye bölünmüştü. Bizimkiler ve onlar ya da devrimciler ve faşistler... Bizimkileri temsilen solcular dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üç kamptaydı. Moskova, Pekin ve yerliler.
’90 sonrasında dünyanın hali pür melali ortaya çıktı. SSCB’nin çöküşünden sonra, yeni dünya düzeninde, at izi it izine karıştı. Tahlil mahlil çare olmadı. Yani dünya dünya maliki dünya oldu. Türkiye tahlilleri de öyle. 12 Eylül’den sonra, iki kutuplu bildiğimiz Türkiye’de parçalanmış toplum gerçeği karşımıza çıktı. Bir de Kürtler, Aleviler.
bildiğimiz Birikim’den, bu kez de dünya ve ülke haline müsait postmodernizme dair tartışmaları okumaya başladık, ama aslında genel olarak solun kafası da karışmıştı, postmodern vakalardan dolayı.
Şimdi teşhisi en kolay dert, bencileyin, solun şizofrenisi. Daha önce başka bir yerde de söylemiştim, burada, sadece Birikim bakımından değil, sol adına olan bütün iddialar bakımından tekrar edeceğim: Tıpış tıpış yürüyüşlerle meydanları tıklım tıklım doldurmak imkânsız. Determinist mucizeleri beklemekten vazgeçmek bir zaruret.
Mukallit çözümleri kenara koymalıyız. Muhafazakârlar mukallittir, devrimciler isyankâr. Bilim (hayır, pozitivizm anlamında değil), mukallit değil yaratıcıdır, yani isyankâr.
Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı. Yani kavramlarla izah etmek yerine olup biteni ve yapılan işleri, kelimelerle anlatabilmek önemli. Belki bundan da önemlisi bu işler yapıldıktan sonra, yine önce kelimelerle anlatabilmek.
Zira, görülmekte ki, kavramların önlenemez gücüne bel bağlamak, düpedüz büyücülük haline geldi. Teoride esoteric dedikleri türden bir büyücülük.
Ve solcular, hâlâ bu tür teorik büyücülükten medet umdukça, teori değil de büyücülük yapmış oluyorlar. Ve haliyle, toplulukların karşısında medyumlukla yetiniyorlar. Oysa medyumun çoğulu olan medya, bu işi bihakkın ve karşı cenahtan yerine getiriveriyor.
Evet, Birikim’in 100. sayısını kutlarken, bu vesileyle diyebileceklerim bunlar. Ama bu vesileyle bir ekleme daha yapmam lazım. Birikim 100 sayısıyla nasıl olgunlaştıysa, bu memleketin solcuları da elbette biraz daha olgunlaştı ve bir çok önyargıdan kurtuldu gibi...
Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar... Olsa olsa ödepeli diyorlar!
Ve ben ödepeliyim... Sen de ödepelisin, biliyorum... Öyleyse hoşçakal, Birikim’li kal...