Birikim ya da Düşünmenin Özgür Alanı

Birikim dergisi 100. sayısı ile birlikte galiba bir ilke de imzasını atıyor. Birikim bir gelenek yaratmıştır. Düşünmenin siyasetin fonksiyonel bir aracı olarak değil, otonom, “bağımsız” bir alan olarak var olması ve örgütlenmesi... Birikim dergisinin başardığı budur ve bu topraklar üzerinde böyle bir şeyi başarmış olduğu için kendisini kutlamak gerekiyor. Çünkü bu tarz yerleşik düşünme ve fikir ile kurulan ilişki tarzına oldukça yabancıdır.

Birikim’in makus talihi galiba biraz da burada yatıyor. Türkiye solunun geniş bir kesiminde, Birikim dergisine karşı yıllardır varlığını sürdüren gizli düşmanlığın, bir devrimci yolcu arkadaşımın söylediği gibi derginin “sevilmemesinin” nedenleri, düşünme ile siyasî pratik arasında kurulması gereken ilişki konusunda var olduğunu zannettiğim esasa ilişkin bir farklılığın varlığında yatıyor.

Birikim dergisinin, düşünmenin kendisine verdiği bu otonom rol, düşünmeyi siyasî pratiğin veya daha doğru bir deyişle siyasal erkin bir türevi olarak görmek istememesi, onun solun geniş kesimleriyle kurmuş olduğu “gerilimli” ilişkinin nedenini oluşturdu. Eklemek gerekir ki, “düşünmenin anlamı” üzerine solda var olan bu farklı yaklaşım tarzları bir tek sola ait bir sorun değil. Burada, sağı, solu, İslâmî kesimi ile hepimize ait “ulusal”, bu coğrafya’ya ait “ortak bir özellik”ten söz etmek daha doğru olur.

Yusuf Akçura, 1928 yılı yazılarında, biz Türklerin fikri sorunlarla değil, onların pratik sonuçlarıyla ilgilendiğimizi söyler ve bu nedenle de köklü hiçbir fikri geleneğimiz olmadığından yakınır. Benzeri şeyleri Nurullah Ataç da söyler: “Biz düşünmüyoruz... gerçekten düşünmüyoruz, düşündüğümüzü sanıyoruz... işte o kadar.” Ataç’a göre, tarzımız “düşünmemenin ta kendisidir.” Şerif Mardin tüm bir Jön Türk geleneğinin bu esas üzerine oturduğunu söyler. Jön Türkler, “bir düşüncenin nasıl yürütüleceğini bilmiyorlardı; daha doğrusu... düşünce türleriyle ilgilenmiyorlardı.” Yakup Kadri, Hüküm Gecesi’nde, İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi’nde yapılan bir konuşmayı aktarır. Ziya Gökalp, Osmanlının çöküşünün ve ulusalcı hareketlerin başarısının bu hareketlerin “kültür kuvvetine”, “harsi” tarafının güçlü olmasına bağlı olduğunu anlatmaya çalışır ve partinin belli bir fikrî temel üzerinde kendisini yeniden düzenlenmesi yolunda öneriler yapar. Başta Talat olmak üzere Cemal, Enver, Hoca’ya alaycı gözlerle bakarlar. Talat, “önce şu teşkîlatımızı tamamlayalım da hars mars ondan sonra...” der. Ziya’nın, “teşkilât o kadar mühim değil, teşkilât kalıptır, binadır... bu bina ne ile döşenecektir...” yollu sözleri, İttihatçı önderlerin, “bizim hoca yine derse başlıyor” alayları arasında kaynayıp gider.

Şüphesiz bir düşünce tarzımız var. Bunun belirgin özelliği, kısa vadeli, pratik, “teşkilât için geçerli”, işe yarayacak çözüm yolları üzerine düşünme alışkanlığımızdır. Düşünme ve fikir ile ilişkimiz, “bu şimdi bizim ne işimize yarar” mantığı üzerine kurulmuştur.

Abartıyor muyum bilmiyorum. Solun 1960’-dan sonraki macerasına bir bakalım. En azından kendi kuşağım ve içinde yer aldığım hareket üzerine şunu iddia edebilirim. Teori ve fikir ile ilişki daima fonksiyonel kuruldu. Siyasetlerin teorik sorunlarıyla uğraşanlar, siyaset içinde etkin olmayan kişilerdi, lazım oldukça kullanıldılar ve “işleri bitince” bir kenara bırakıldılar. Her hareket, “ağzı laf yapan”, “eli kalem tutan” adam aradı ve buldu. Ve bu “adamlar” siyaset içinde ve siyaset üzerinde hiçbir zaman etkin olmadılar. İşler başka yerde bitirildi, esas kararlar bir fikri hareket olmanın gereklerine göre değil, başka şeyler esas alınarak verildi. “Teori, fikir” gibi şeyler de “lâzım” olduğu için yapıldı. Kararlar, “fikrî veya teorik” tercihlere göre değil, “pratiğin ihtiyaçlarını” bilen, “iş bitiren” kişilerce verildi. Osmanlı devlet geleneğinin solda da bir tür devam ettirilmesinden başka bir şey değildi sanki yaptığımız.

Batı toplumlarında yaşananlardan esasta bir farktı söz konusu olan. Tarihle ilgilenmeye başladığımdan beri bu farkı daha açık görür oldum. Önceleri birçok Batılı tarihçinin, İttihat ve Terakki hareketini, “Ziya Gökalp” veya “Yusuf Akçura” merkezli yazma ve anlama çabalarını anlayamamıştım. Bu bana, örneğin Devrimci Yol’un tarihini, çeşitli teorik sorunlarla uğraşan, kendilerini seminerlere “yolladığımız”, yazılar “yazdırdığımız” insanlar ve onların yazıları üzerinden anlatmak gibi geliyordu. Siyaset ve düşünme arasında kurulmuş bu fonksiyonel, “araççı” davranış tarzını açığa çıkarmadıkça ne tarihimizi ne de kendimizi yeterince anlayacağımızı düşünüyorum.

Solun macerasına bir de bu gözle bakalım. ’70’li yıllarda hepimiz sıkı “Marksist-Leninist”lerdik. Stalin geleneği üzerine yükseliyorduk. Çinci, Sovyetçi veya ortayolcu olanlarımız, yani tümümüz esas olarak 3. Enternasyonal geleneğini temel alıyorduk. Sovyetlerin 1920’li, ’30’lu yılları değildi tartışma konumuz. 1956 sonrası bir “geriye dönüş” başlamış mıydı, yoksa her şey “eskinin devamı” mıydı? Şimdi bırakın “Marksist-Leninist” olmayı, “Marksist” olduğumuzu bile, bizi belirleyen ana kimlik olarak öne çıkaran bir teorik çerçeveden çok uzak duruyoruz. Dışarıdan gözüken, ne olduğu ve nasıl tanımlandığı, tanımlayan kişiye bağlı değişmek koşuluyla, nostaljik bir “sosyalist olmak” tanımı ile yetindiğimizdir. Bu “sosyalistlik”, gerek teorik gerek etik tarihçilerle, diğerleriyle aramızdaki farkı belirleyen esasa ait bir tanım olarak durmuyor. Siyasî pratiğimizin ana belirleyiciliği bu ayırımda yatmıyor. Sosyalist olup olmamanın pratik sınırının çok anlamlı olmadığı bir yerde duruyoruz. ÖDP’nin dramı biraz da buralarda yatıyor.

Burada benim için önemli olan, “nereden nereye geldiğimiz” değil, “nasıl geldiğimiz”. Bu devasa macerada hangi fikri tartışma yapıldı? Hangi köklü tercihler bizleri bir yerlerden bir yerlere itti? Hangi fikir mirasını arkamızda bıraktık? Böylesi bir yerden baktığımda gördüğüm şu oluyor: Bizler genellikle Yusuf Akçura’nın belirttiği gibi, hep, kendimizin içinde yer almadığı birtakım fikir hareketlerini, sadece sonuçlarına bakarak, “işe yararlılık” ölçüsünde göre tercih etmişiz. Yarın yeniden sıkı “Marksist-Leninist” veya her şeyimizi belirleyecek tarzda, “Marksist” olabiliriz. Ama bunları tümüyle de unutabiliriz. Önemli olan bu geçişlerde tercihlerimizi, düşünmenin kendi alanına verdiğimiz özel bir önemden dolayı yapmayacak olmamızdır. “İşe yararlık”, “Pratiğin ihtiyaçları” gibi son derece fazlasıyla iktidar merkezli bir düşünme tarzı bizim tavırlarımızı belirleyecektir.

Düşünme tarihimiz yok. Birikim dergisinin aykırılığı burada yatıyor. Alçakgönüllü olmaya gerek yok, beğenelim, beğenmeyelim, düşünmenin tarihine yapılmış devasa bir katkıdır Birikim dergisi, bundan dolayı yaptığı iş büyüktür ve kendisini kutlamak gerek.

Burada, düşünmenin bağımsız, otonom bir alan olduğu, Türkiye’nin en temel problemlerinden birisinin de böylesi bir alanın yaratılamamış olduğu üzerine teorik bir tartışma yapmak durumunda değilim. Daha çok “Birikim düşmanlığı” konusunda anılarda bir gezinti yapmak istiyorum. Fakat eklemek gerekir ki, eğer bütün toplumsal demokratikleşme hâlâ çok zayıfsa, hâlâ demokratik bir kültür bu toplumda bir nebze olsun etkinlik sağlayamamışsa bunun temel nedenlerinden birisi, farklı alanların özerkliğine ilişkin bir geleneğin bizde yerleşmemiş olmasıdır. Solda da, sağda da egemen olan, iktidara “biat” etmiş, kendi görevini, erk sahiplerinin ihtiyaçlarına cevap aramakla sınırlamış bir düşünme geleneğidir. İktidar, onun ele geçirilmesi ve sürekliliğinin sağlanmasıdır esas olan. Düşünmenin görevi de, iktidara hizmettir. Ona bağlı olmaktır, onun ihtiyaçlarını çözmeye yardımcı olmaktır. Birikim dergisi gibi, siyasetle belli ilişkiyi asla reddetmeden, ama onların dışında, onlara bağlı ve onlara hizmet esasına göre değil de, onları da kapsayan, düşünmenin kendisine ilişkin bir alan yaratmak isterseniz, günah işlemiş olursunuz.

Geriye dönüp baktığımda, keşke Birikim dergisi ile sol siyasetler arasındaki ilişkinin kendisini bir sorun olarak önümüze koyabilseydik, diyorum. Belki, solun düşünme geleneğini yaratabilirdik. Geçirdiğimiz tüm maceraya rağmen, solcu olmanın teorik ve etik olarak tanımlanabilecek, davranışlarımızı, eylemimizi belirleyen unsurlarına sahip olabilirdik.

Solcu olmanın “başkalığını” anlamlandırabilirdik. Ama galiba biz “başka” değildik ki. Bir arkadaşım, “eğer bir iddianın mantıki doğru olup olmadığını ölçmek istiyorsan onu önce bir yabancı dile çevir, sana hâlâ mantıki geliyorsa o zaman doğrudur” demişti. ‘70’li yıllarda çok kullandığımız bir söz vardı: Örgütten ayrılanlar için “devrimciliği bıraktı” derdik. Ne İngilizce ne de Almanca’da böyle bir sözün mantıki bir anlamı var. Çünkü bir insanın dahil olduğu örgütten ayrılması ile solculuktan vazgeçmesi bir ve aynı şey değil. Solcu olmak bir tarz, belli etik normlarla tanımlanan alternatif bir hayat anlayışı. Bu nedenle, Batı’da 68 kuşağı siyaset olarak belki hedefine ulaşmadı, başarılı olamadı, ama toplumu değiştirdi, yeni hayat tarzının unsurlarını toplumda ciddi biçimde egemen kıldı. Bizde ise solcu olmak bir örgüte dahil olmak ve orada hizmet görmekle sınırlı. “Güç”, “gücün yaratılması ve ele geçirilmesi” ve “güce hizmet”, sanki işin özeti bu gibi. Oradan ayrılınca, solcu olmanın olmazsa ögesi, kültürü olarak yaşadığımız bir şeyimiz kalmıyor elde. Bu nedenle bizler, “yenildik, ama hiç değilse bu toplumda kültürel, yaşamsal alanlara ilişkin şunu, şunu değiştirdik“ gibi bir şey söylemekten çok uzağız. Yok aslında tüm diğer akımlardan bir farkımız. Solun ülkemizdeki dramı da biraz burada yatıyor.

UFAK BİR ANI

12 Eylül öncesi bazı arkadaşlarımla mektuplaşırdım. Bana, Birikim ve Devrimci Yol dergilerini yan yana koyduklarında çok hoş bir bütün elde ettiklerini yazanlar vardı. Dönemin, “anti-faşist” olarak tanımlanabilecek siyasetinin pratik sorunlarına ilişkin sorulara Devrimci Yol dergisinde, sosyalizmin genel sorunlarına ilişkin zihnimizi daha derinden meşgul eden sorulara ise Birikim dergisinde cevaplar bulduklarını yazarlardı. Fakat bu tarzın çok etkin olmadığını 12 Eylül sonrası gördüm.

Birikim ve Devrimci Yol’un yan yana, yani birbirinden bağımsız ve otonom, fakat aynı zemin üzerinde olmasının çok anlamlı olduğunu düşünmek çok aykırı bir düşünme tarzı idi. Bunun yerine egemen olan, daha çok bir nevi Birikim düşmanlığı idi. Birikim, pratikten uzak, ahkâm kesmenin yeriydi. Mücadeleden kaçanların, laf ebeliklerinin arkasına sığınarak kendilerini kurtarmaya çalıştıkları son kapıydı.

Ne o zaman ne de bugün, bu düşmanlığı yeteri kadar anlayabildim, ne de “Birikimci olma”nın ne demek olduğunu. Bugünkü aklımla problem, Birikimci olmak diye bir şeyin olmadığının kavranmasının zorluğunda yatıyor. Bana göre, Birikim’de yazılan ve tartışılan konular bir siyasetin değil, birkaç siyasetin de kendisini tanımlamasında kullanılabilecek bir teorik arka planı oluşturuyordu. Birikim’in 12 Eylül öncesi talihsizliği, kendisini, alıştığımız, bildiğimiz tarzda siyaset olarak tanımlamamasında, örgütlememesinde yatıyordu. Çünkü tercihini, bilerek veya bilmeyerek, siyaset ile teori (düşünme) arasındaki ayırımı esas almaya göre yapmıştı. Bizler ise siyaset ve düşünmenin özdeşliğini esas alan bir geleneği temsil ediyorduk. Bu ikisinin barışması mümkün değildi.

Teorik olarak, ortayolcu akımlar olarak tanımlanabilecek, Kurtuluş, Devrimci Yol, Devrimci Sol gibi siyasî hareketlerle aynı zeminde duran ama kendisini bu akımların organı olarak tanımlamamak konusunda ısrarlı olan bir dergi söz konusu idi. Bu hareketlerin tümünü kapsayan teorik sorunlarla ilgileniyor, ama kendisini bir siyasetin doğrudan hizmetine sunmuyordu. Ona bağlanmıyordu. Otonom, bağımsız kalmak ve bu hareketlerle düşünme üzerinden bir ilişki kurmak istiyordu. Teorik olarak araya sınır çekilmekte zorlanılan, ama “bize de bağlı olmayan” bir çevre söz konusu idi. Bizler galiba bu dergiyi neremize koyacağımızı bilemiyorduk. Bir taraftan Birikimci olmak bir suçlama olarak kullanılıyordu, ama öbür taraftan Birikim dergisinin teorik açılımlarından bire bir yararlanılıyordu. Oradaki fikirleri al, ama oraya düşmanlığı da ihmal etme... Tuhaf bir ilişkiydi söz konusu olan.

Geçmişte Devrimci Yol’un merkezinde ve bugün de (hâlâ kendisini Devrimci Yolcuyum diye tanımlayan çevrelerde), bir taraftan Birikim Dergisi ile kendisi arasına mesafe koymaya dikkat eden ve Birikimci olarak suçlanmaktan özel olarak korkan, ama öte taraftan Birikim’de yazılanlardan etkilenerek, onları popüler bir tarzda tekrar etmekten başka bir şey yapmayan birçok insanın varlığından söz etsem abartmış mı olurum. Sorunu ancak psikolojik olarak izah edebiliyorum: İçimizdeki gizli Birikimcilik, Birikim dergisi düşmanlığının ana nedeniydi.

Belki şöyle bir tanım daha doğru: Düşünmenin kendi sorunlarıyla bağımsız olarak ilgilenmek gerektiği ve bunun mutlaka bir tür siyasî sonuç vermeyebileceği, belli bir tarz düşünmenin ve analiz etmenin, farklı siyasal sonuçlara zemin teşkil edebileceği, ama bunun düşünmenin kendi alanı açısından çok önemli olmayan ayrıntı bir sorun olarak tanımlanabileceği biçimindeki bir yaklaşım bize çok yabancı duruyordu. Bu nedenle ’70’li yıllarda düşünme ve siyaset arasındaki bu gerilimli ilişkiden yeterince yararlanamadığımızı söyleyebilirim. Siyasî hareketler olarak bir gelenek yaratmadan ortadan kaybolmuş olmamızın en önemli nedenlerinden birisi de galiba burada yatıyor.

12 Eylül sonrası, Devrimci Yol saflarında ağırlıklı olarak yurtdışında yoğun bir teorik tartışma dönemi yaşadık. “Nasıl bir sosyalizm” sorusunu fazlası ile ciddiye almıştık. Ayrıntılı bir çalışma programı çıkardık. Marksist Devrim Teorisi, Sosyalizm ve Demokrasi, Örgütlenme Tarzı vb. konularını kapsayan ayrıntılı bir programdı bu. (12 Eylül sonrası yayımlanmaya başlayan Birikim dergisinin galiba 3. sayısında Marksist Devrim Teorisi üzerine yazdığım yazı, bu çalışma programının bende bıraktığı izlerin bir sonucu olarak da okunabilir.)

Seçtiğimiz konulara ilişkin maalesef hemen hemen hiç Türkçe kaynak yoktu. Fikri fukaralığımız ile ilk yüz yüze gelmemdi bu. Sosyalizmin teorik sorunlarına ilişkin onlarca makale çevirdik. Ve Birikim dergileri ilk defa bu çalışmalarda çok önemli bir kaynak olarak kullanılmaya başlandı. Birikim düşmanlığı ile burada karşılaştım. Sosyalizm sorunlarına yaklaşım itibariyle, Birikim dergisinde yer alan yazılardan çok daha eleştirel yerde duran yazıları, hiçbir sorun olmadan okuyan ve tartışan arkadaşların aynı soğukkanlı mesafeyi Birikim dergisindeki yazılara gösteremediklerini gördüm. Birikimci mi oluyorduk, korkulan buydu. Oysa asıl sorun, söylediğim gibi, düşünme ve siyasetin birbirinden bağımsız iki ayrı alan olduğunu görememekten kaynaklanıyordu.

Nitekim daha sonra, sol olmanın, sosyalist olmanın olmazsa olmaz etik değerleri üzerinden tavır almak değil, bir “güç olmanın”, “pratiğin” ihtiyaçlarına göre tavır almak bu tartışmalarda da egemen oldu. PKK’nın bir güç olmayı başarması Türkiye solu’nun başını döndürdü. Hâlâ kendimizi bu sarhoşluktan yeterince kurtardığımız söylenemez.

YENİ BİRİKİM DERGİSİ ÜZERİNE

12 Eylül öncesi sol örgütler esas olarak yok oldular. Ayakta kalanlar ÖDP’li olmanın sancısını yaşıyorlar. Görülen, son nefeslerini ÖDP içinde verecekleri; sadece zamana karşı direniyorlar. İlginç olan, Marksist-Leninist örgütlerden ÖDP’ye geçişin de, esas olarak fikrî bir tartışma biçiminde değil, pratik bir süreç olarak yaşanıyor olması. Eski örgütlerini sürdürmek isteyenlerde bu süreç daha çok, “şimdilik” kaydıyla, “diş gıcırdatarak” katlanılan bir ara dönem olarak ifade ediliyor. Bildikleri “asıl örgüt”ün, “asıl siyaset”in zamanını bekliyorlar. Eski tarz siyaset yapmanın “kendiliğinden erimesi”, sol ile Birikim dergisi arasındaki ilişkiyi de etkiledi. Ümidim geçmişte yeterince yararlanamadığımız Birikim ile arada var olan gerilimden ÖDP çevrelerinin yararlanmayı başarabilmesi. Birikim dergisinin yaşadığı kendi iç evrimi, bu ilişkiyi daha da kolaylaştıracak gibi geliyor bana.

12 Eylül sonrası yayın hayatına giren Birikim ile 12 Eylül öncesi Birikim’i arasında önemli bir fark var. Bu farkın iç hikâyesini yazmak Birikim dergisine düşer. Ben dışarıdan bir gözlemciyim. Tespitimde yanılıyor da olabilirim. 12 Eylül öncesi Birikim’i, daha çok, sosyalizmin, Marksizmin teorik sorunlarına ağırlık veren ve belki de bu nedenle çeviri yazıları ağırlıklı olan bir dergiydi, Marksizmin beşiği Avrupa idi. Ve Birikim dergisi özellikle Avrupa’daki tartışmalarla Türkiye arasında bir kopya kâğıdı olma işlevi görüyordu. Birikim dergisinin programını şöyle tanımlayabilirim: “Marksist teorinin bir dizi sorunu vardı ve bu sorulara cevap ancak Avrupa’daki bu tartışmaların bilinmesi ile verilebilirdi.” Bu nedenle Avrupa’da oluşmuş taraflardan birisinin yanında bilerek yapılmış bir tercih doğru bir tercih olacaktı. Althuser’de aşırı ısrarın temelinde biraz da bu yatıyordu.

12 Eylül sonrası yayın hayatına giren Birikim bu ekseni terk etti. Avrupa’daki tartışmaların ve tarafların daha yakından bilinir olması bu terkte önemli bir rol oynadı. Avrupalı partiler ve Marksist ekoller, sadece çevirilerle bilinen değil, pratik olarak da yaşanan çevreler haline geldiler. Bu tecrübe, Birikim dergisinin “kopya kâğıdı” olması özelliğine bir son verdi gibi. Eğer daha önceki dönemi, “bu adamlar bu sorunları biliyorlar ve sorulara cevaplar da bu adamların, çevrelerin tartışmalarında yatıyor” biçiminde tanımlarsam, 12 Eylül sonrası Birikim’in tavrını şöyle de özetleyebilirim: “Yahu bunların da bizden pek bir farkı yok ve pekâlâ bu sorunlara biz de kendi aramızda cevaplar verebiliriz.” Salt bir “kendini daha aşağı konumda” görmeden ve “kendine güvensizlikten” kurtulma değil burada sözünü ettiğim. Şüphesiz böylesi bir olgunlaşmanın da bunda payı var, ama asıl önemli olan bir başka keşif oldu. Bunu, düşünmede, “evrenselliğin tekliğinin reddi” ve “yerelliğin öneminin fark edilmesi” olarak da tanımlayabilirim.

Çağımızın veya en genel anlamda insanlığın uğraştığı sorunlara cevap Avrupa’da verilmek zorunda değildi. Avrupa merkezli düşünmek yerine, kendi kültür ve tarih mirası üzerine yükselen bir düşünme tarzı çok daha önemli ve anlamlı idi. Avrupa da bizim gibi taraflardan sadece bir tanesi idi. Onlar nasıl, Antik dönem, Hıristiyanlık ve Aydınlanma geleneği üzerinde yükselerek bir tarz geliştirmiş iseler biz de farklı bir kültürel miras üzerinden farklı bir tarz geliştirebilirdik. Evrenselliğe ve insanlığın ortak değerlerine doğru yolculuğumuz Avrupa tarzı ve onun yolu olmak zorunda değildi. Aynı arayışın farklı yolcularıydık bizler, sonuçta benzeri sonuçlara ulaşacak olsak da...

Murat Belge’nin Birikim’de artık çok ön planda olmaması ve sosyalizmin teorik sorunlarına ilişkin çeviri yazıların Birikim’de önemini kaybetmesi, bilinçli veya bilinçsiz yapılmış bu tercihin ürünü gibi geliyor bana. Belki de benim öznel niyetim Birikim’i bu tarzda “okumak”. Çünkü yeni Birikim’e eleştirim de bu noktadan olacak. Bana çok hoş gelen bu zemin kaymasına rağmen Birikim dergisinde hâlâ devam eden bir tutuculuk var. Bunu Marksizm üzerine yapılan tartışmalarda daha yakından gözlemek mümkün. Belki nedeni psikolojik, bilemiyorum. Garip bir nostaljik tutku, “asrı saadete” olan derin bir inanç hâlâ orada egemen duruyor ve bu tavır Birikim’deki fikrî zemin kayması ile pek uyuşmuyor. “Aslında Marx’ı anlamadılar”, “Onun niyeti aslında şuydu, o bunu derken aslında şunu kastediyordu” yani “Onu bir tek biz anladık” gibi tuhaf bir biçimde duran bu tavır alış Birikim’de gözlediğim bu derin alan kayması ile de pek uyuşmuyor. Vaktiyle Marx’ın yazdıklarına veya niyetlerine uymuş veya uymamış, insan-insan ve insan-toplum-doğa ilişkilerinin en dengeli biçimde kurulduğu bir dünyaya duyduğumuz özlem ve bunun teorik sorunları bizleri uğraştırmaya devam edecek.

Belki de Birikim, “herkesin istediği zaman balık tuttuğu ve istediği zaman kitap okuduğu” sorunsuz bir dünyanın varlığına duyduğu özlemi, gelecek toplum projesi olarak dizayn etmekten vazgeçtiği anda, yani sözünü ettiğim fikrî zemin kaymasını sonuna kadar “götürebildiği” noktada bu coğrafyaya ilişkin daha uygun çözümleri tartışabilir bir organ haline gelecek. Çünkü eğer Freud’un diliyle konuşursak, bugüne kadar Marksizm bünyesinde de esas sorun diye tartıştığımız şey daha çok “eros” kapsamında ele alınan, “bireysel mutlulukla kollektif mutluluk” arasında bir türlü aşılmayan çelişkiye dayanıyor. Ama bu ikisi bir türlü dengeye gelebilir. İnsanlığın ana problemi ise sanki daha başka bir yerde yatıyor gibi. İnsanlığın yıkıcı dinamiklerinin temelini oluşturan ölüm içgüdüsünün varlığı ve bunun eros ile kolayca barışık biçimde yan yana olamaması. Bu nedenle de “nihai ve mutlu bir son” ile biten bir tarih felsefesine dayanan düşünme tarzlarından vazgeçmenin zorunluluğu... Ne bileyim ben, iyi ki varsın Birikim.