Georges mutlaka saygıdeğer biriydi. Kitabın girişinde biyografisini okuyunca anlaşılıyordu zaten. Hiçbir şey yapmasa bile, Nazilere direniş hareketi içindeki varlığı ve o yüzden öldürülmüş olması da yeterdi.
1930’larda Fransız işçilere dersler vermişti ve o “dersler”den ders çıkarmak, Türkiye’de 68 kuşağından sonra 70 (3 mü, 5 mi, yine 8 mi?) devresine de düşmüştü.
Formül basitti:
Diyalektik + tarihi materyalizm = Marksizm.
Şey, yani Marx biraz ağır gelebilirdi çocuklara. O basit formülü ona yakışacak basitlikte anlatmak Georges Politzer’in işiydi.
Daha doğrusu, onun derslerinden derlenmiş notlardan oluşan kitabın.
Adı üstünde, Felsefenin Başlangıç İlkeleri.
Bunun bir de “daha geliştirilmiş” denilen versiyonu, Felsefenin Temel İlkeleri bulunurdu.
Felsefeyi bu şekilde hallettiyseniz, “ekonomi-politik”e geçebilirdiniz.
Onun da “temel ilkeler” kitabı hazırdı: Ekonomi Politiğin Temel İlkeleri.
İlk ismini hiçbir zaman öğrenemediğim Nikitin ya da P. Nikitin’in eseri.
Bunun da iki Türkçe versiyonu vardı: “Aga, kapitalist üretim biçimini şööle bi öğrenmek bana yeter” derseniz. Suda Yayınları’ndan tek cilt, “Yahu kapitalizmden sosyalizme, hoop ondan komünizme geçişi de kavrayalım” diyerek derine inmek ya da uzağa gitmek isterseniz Sol Yayınları’ndan iki cilt.
(Marksist “klasikler”i Türkçe’ye kazandıran Sol Yayınları, bu mekanik “Talimatname” kitaplarla da sanırım çok gencin beynine yazık etmişti. Neyse!)
Ekonomi-politikle yakından ilgilenenlere, yine bir “ilkeler” kitabı, Lev Leontiev’in Marksist Ekonomi Politiğin İlkeleri tavsiye edebilirdi.
Son bölümlerinden biri “tam komünizm ilkesi neden hemen uygulanamaz” diye biten bu geçişi Sovyet mamülü kitapla yetişmiş Sovyet kuşaklarının sosyalizmden kapitalizme geçişi başarmış olmalarında şaşılacak bir şey olabilir miydi!
A, evet, tarih bilgisi eksik kaldı, değil mi?
O zamanın 4-3-3 sisteminde ileri ya da orta üçlü olan, ama bugünün 3-5-2’sinde ancak “geri” üçlüyü oluşturabilecek. Şekilde akılda kalan yazarlarımız Zubritski, Mitropolski, Kerov idi... Kitabımız ise İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum.
Hadi bakalım!
Yukarıda bazı örneklerini hatırladığım bu “ilkeler” silsilesini, cesur ama bazen köleci, genellikle feodal, ilkeli olmak açısından ise ilkel sayılabilecek sol toplulukların oluşmasında günah sahibi sayabilir miyim izninizle?
Nikitinler, Zubritskiler, Kerovlar filan, “Marksizme Giriş” ayaklarında Marx’a girişiyorlardı, işte bu ahval ve şerait içinde, Birikim’i, biraz Marx’ın aklını, fikrini koruma çabası ve Türkiye’de sosyalist harekete zihinsel katkı arzusu yahut sosyalist zihniyete teorik müdahale çaresizliği olarak gördüm.
(Bu konuda ilginç “füzyonlar”, teori-pratik takasları da hatırlıyorum.)
Aynı zamanda, Türkiye’nin New Left Review’u gibi, çağa dönük yeni ve farklı bir düşünsel gayret. (Bugün “Yeni Sol” kavramı kimlerin eline, diline düştü değil mi?)
Teorinin “pek pratik” icrası karşısında, pratiğin “teorik” kavranışı ve onun yeniden pratiğe dönüştürülmesi gayreti; dünyanın ancak öyle dönüştürülebileceği inancı (bilgisi).
Zaten Birikim’in birikimi arasındaki en kıymetli parça da, Marx’ın ünlü, dünyayı anlamakla yetinenlere inat dünyayı değiştirme çağrısıydı.
Fakat “değiştirmek” üzere anlamak da bayağı bir meseleydi.
İnsanın dünyası da değişiveriyordu.
İki örnek vereyim:
Biri Poulantzas...
Diğeri elbette Althusser... (Kapital’i Okumak kitabının başlığı belki de şöyle devam etmeliydi: “...Ve de anlamak... Sıkar biraz!”)
Ve tam ters cenahtan bir örnek. Birileri Marx’ın ne demek istediğini kendilerine göre yorumlamışlar, dünyayı anlamak ve değiştirmek isteyenlere dünya değiştirmişlerdi orada, burada... o günlerde, bugünlere doğru.
Geçen yıl Fransa’da yayımlanan bir kitapta (Marx’ın Üç Komünizmi, Editions Noesis, Mart 1996) Francis Kaplan, o üçlüden tarihsel materyalist olanın, Berlin Duvarı’nın ve Sovyetler’in çöküşüyle göçtüğünü, ama hümanist ve etik olanların ise değerini, cazibesini koruduğunu söylüyordu.
Birikim’in Nisan 1996’daki yeni dönem 84’üncü sayısındaki yazılar da hemen hemen aynı eksendeydi.
* * *
Başlıktaki kelimelere gelince: “Biri” de bendim.
“Birik” yegâne demekti.
“Biriki” bir ihtiyat payıydı.
“Birikim” bir birikimdi.
“Biriktim” ve sonra ne oldu, bilmiyorum!