“Sol toplumun vicdanıdır” sözü benim değil. Bu cümle, sekiz on yıl kadar önce, Economist’te yayımlanan bir makalenin başlığı olarak karşıma çıktı. Economist, bilindiği gibi, tam anlamıyla muhafazakâr bir dergidir. Düzenin temelindeki toplum değerleri ve kurumlarının bekası, konu ne olursa olsun veya sözü edilen olay nerede geçerse geçsin, dergide yayımlanan bütün haber ve yorum yazılarının niteliğini belirleyen temel kaygıdır. Sözünü ettiğim makale başlığı bu yüzden özellikle ilginçti. Makalenin kendisi ise, bariz bir endişeyi yansıtıyordu. Muhafazakâr olduğu kadar da “iyi” bir dergi olan, yani uluslararası gelişmelerin önemli olanlarını önemsiz olanlarından ayırarak, her yönleriyle, tutarlı bir biçimde ele almakta hemen hemen her zaman başarılı bir dergi olan Economist’in editörlerinin, 1970’lerin sonundan itibaren Batı dünyasına hâkim olan, oradan da dünyanın diğer ülkelerine hızla yayılan bazı eğilimleri toplumsal kurumlar ve değerler açısından endişe verici bulduklarını gösteriyordu
Endişe verici bulunan şey, 1980’li yıllara damgasını vuran ve değişik tanımlarıyla solun çöküşünden ve tarihin sonundan söz eden yaklaşımların içerdikleri “müjdenin” niteliğiydi. Müjdelenen, Keynes’in1 tanımladığı kapitalizmin kesin zaferiydi, “mutlak olarak dinsiz, içsel bütünlükten ve kayda değer bir toplum ruhundan yoksun, her zaman olmasa bile çoğunlukla, bir sahip olanlar ve sahip olmaya çalışanlar topluluğundan ibaret olan” kapitalizmin kesin zaferi; kesin olduğu ölçüde “her zaman olmasa bile çoğunlukla” ifadesinin yansıttığı dikkati gereksiz kılacak bir zafer. Economist dergisinin muhafazakârlığı, editörlerin böyle bir “topluluğun” toplum olamayacağı gerçeğini görmelerine engel değildi. Sol, sahip olanlar ve sahip olmaya çalışanlar topluluğunun önünde toplumu savunma işlevini üstlenen vicdani unsurdu ve sol yok oldu diye sevinmek aklı başında insanlara göre bir şey değildi.
Gene de 1980’li yıllarda insanlar sol bitti diye sevindiler. Daha da kötüsü, solun büyük bir kısmı kendi tükenişinin müjdesini verenlere inandı. Ya insanı bir çıkarlar yumağı olarak görenlere yanaşmaya çalıştı ya da insanı proletarya diktatörlüğü söyleminin sınıfsal konumuna indirgenmiş nesnesi olarak gören tembel bir bağnazlığa inatla sığındı ve her iki halde de, müjdeyi doğrulayacak biçimde davrandı.
Bu durumda, insanın maddi çıkarlar ve üretim ilişkileri dünyasıyla sınırlı olmayan bir şey olduğunu vurgulamak ve insan toplumunu savunmak, büyük ölçüde, cemaat ve kabile sözcülerine kaldı. Bunun sonucu olarak da ortaya, “eli silahlı gerçek insanlar tarafından yönetilen bir dünya” çıktı. Ignatieff’in deyişiyle, “Günümüz dünyasında, Sırp, Bosnalı, Katolik veya Protestan olmak değil, sadece kendileri olmak isteyen insanlar artık bir azınlık grubu oluşturuyor” (Birikim, sayı 62, s. 51).
Bu cümlenin alındığı yazıyı yayımlayan Birikim dergisi ise, “sadece kendileri olmak isteyen insanların” yanında yer almaya devam etti. Bunu belirli bir sol geleneğe hem sahip çıkarak, hem de bu geleneğin gelişmesine katkıda bulunarak yaptı. Bence bu geleneğin temel özelliği, insanî olan ve insana yakışanla ilgili arayışları, buna bağlı olarak da demokrasi ve özgürlük kavramlarını merkez alışıyla ilgili. Ömer Laçiner’in dediği gibi, “(Demokrasi) kavramın(ın) kökeninde, tek tek insanların yetkin kişilikler olarak ilişkilerini, geleneklerini olumlu, zenginleştirici yönde belirleyebilme kapasite ve sorumluluk duygusuna sahip oldukları inancı yatar. Adına layık bir sol ve sosyalist akım kendi sıfatıyla demokrasi kavramının kökenindeki bu inancın adeta özdeş olduğunu bilir” (Birikim, sayı 32, s. 5).
“Adına layık bir solun sıfatıyla” özdeş olan diğer bir kavram da özgürlük kavramıdır. “Emek en yüce değer değildir. Sosyalistler için en yüce değer, insanların özgürleşmesidir... (ve) sosyalistlerin ifade etmesi gereken olgu soyut bir özgürlük değil, özgürlüklerdir. Sosyalistlerin savunması gereken, özgürlük idealini somutlaştıran, onun herkesin yaşamında, günlük pratiklerde cismanileşmesini sağlayan çoğul ve somut özgürlükler değil midir?” (Ahmet İnsel, Birikim, sayı 82, s. 4).
Talep edilen demokrasiyi insanın insanî kapasitesini kendisi olarak geliştirebilmesinin yolunu açan demokrasi, istenilen özgürlüğü insanın kendi seçtiği yaşamı kendi istediği doğrultuda sürdürmesine imkân verilmesi anlamında özgürlük olarak tanımladıktan sonra, bu anlamda demokrasi ve bu anlamda özgürlüğe nasıl ihanet edildiği ve bu ihaneti önlemek için ne yapmak gerektiği üzerine de düşünmek de gerekiyor. Sol, ancak, “herkes, başkasına fiziken ve fiilen zarar vermedikçe hayatını dilediği gibi kurmakta, yaşamakta özgürdür, özgür olmalıdır ilkesine yaslandığı oranda tutarlı olabilir” (Ömer Laçiner, Birikim, sayı 60, s. 8).
Ama sol, aynı zamanda, günlük hayatı düşünmek zorundadır çünkü, Bookchin’in vurguladığı gibi, “(Özgürlüğe) ihanet yalnızca politik ve ekonomik kurumlarımızda değil, yatak odalarımızda, mutfaklarımızda, okullarımızda, eğlence alanlarımızda ve kiliseler ve psikoterapatik ‘toptancılar’ gibi ahlâki eğitim merkezlerimizde de ortaya çıkıyor” (John Fekete, Birikim, sayı 70, s. 73).
Hayatını dilediği gibi yaşama özgürlüğüne saygıyla, günlük hayatın insan özgürlüğünü kısıtlayıcı yönleriyle mücadele etmek sorumluluğunu bağdaştırmak, solun yerine getirilmesi hiç de kolay olmayan sorumluluklarından biri. Burada, yeniden, Birikim’in içinde yer aldığını düşündüğüm sol geleneğin merkezindeki insanî olan ve insana yakışanla ilgili arayışlara dönüyoruz. İnsanların ihtiyaçlarında ve kapasitelerinde eşit oldukları inancına dayanan bu arayış, cemaat ve kabile aidiyeti karşısına evrenselliği çıkarıyor. Bu noktada, Ahmet İnsel’in Özgürlük ve Dayanışma Partisi kurucularına yönelttiği şu soruyu buluyoruz:
tercih ederim’ diyerek, çemberler halinde genişleyen ve tutarlı bir kimlikler hiyerarşisi tanımı yapıyor. Sosyalistlerin biz ve başkalarını çizerken benimseyecekleri kıstaslar Le Pen’inki gibi mi olmalıdır?” (Birikim, sayı 82, s. 13).
Soru, doğal olarak, cevabını da içeren bir soru. Cevap da, solun evrensel yönelişi olması gereken evrensellikten yana bir cevap. Evrensellikten yana bir cevap, çünkü, her şeyden önce, insanı ailesinin komşularının, hemşehrilerinin ve hattâ ulusunun eline, seçmeden ait olduğu bu topluluklarının baskıcı eğilimlerine bırakmayı reddeden bir cevap. Onun kendi insanî özüne sahip çıkarak bu özün bir yanı olan toplumsallığını geliştirmesine olanak veren çözümleri savunan bir cevap. Her şeyden önce, insanın “dertlerine” duyarsız kalmayı reddeden bir cevap. Burada Ömer Laçiner’in tamamen başka bir bağlamda kullandığı, ama bu bağlamda kullanılmasına da karşı çıkmayacağını sandığım şu cümleleri hatırlıyorum: “Sevginin karşıtı nefret değil, duyarsızlıktır der bir düşünür. İnsana ait tüm sahici duyguların karşıtı zıt, ama yine de insanî duygular değil, duyarsızlıktır diye ekler” (Birikim, sayı 51, s. 18).
Sol insanların, bütün insanların, dertlerine duyarlı olduğu için toplumun vicdanıdır. Bu yüzden solun özgürlük anlayışı, liberalizmin özgürlük anlayışından da, birbirine karışmayan cemaatlerin birbirine karışmadan kendi mensupları üzerinde istedikleri baskıyı uygulama özgürlüğü anlayışından da farklıdır.
Bu yüzden sol, hem “rasyonel” işleyen kapitalist emek piyasasının yarattığı işsizliğin işçiler açısından oluşturduğu insanî sorunlarla ilgilenmek (Tanıl Bora, Birikim, sayı 61, ss. 3-7), hem de dinibütün işverenlerin dinibütün işçilerin önüne sendikal güvence yerine işverenin hayır duasını koyarak yarattıkları istihdamı sorgulamak durumundadır (Ümit Kıvanç, Birikim, sayı 99, s. 52).
Bu anlamda sol, “insanların işine burnunu sokmayı” göze alır. Kieslowski’nin özgürlüğün “Mavi”si filmini hatırlıyor musunuz? Olumlu karakterler olan her iki kahramanı da başkalarının işine burnunu sokmakla temayüz eden “Kırmızı” filmini?
Belki “burnunu sokmak” yerine “derdini dert edinmek” desem daha iyi olacak. Çünkü son derece saygı duyduğum bir tavırdan söz ediyorum ve toplumun vicdanı olan solun bu tavrının sadece insanla değil, doğayla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Solun, insan toplumunu savunurken, doğayı da insan tahribinden koruma konusunda duyarlı olması gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, Adnan Ekşigil’in “kişinin kendi derdinin dışında Allah’ın dağının derdini de kendine dert edinme hakkı”nın yasal çerçevesini incelemesini, son derece anlamlı buluyorum (Birikim, sayı 68-69, s. 109).
Giderek, kendine benzemeyen, kendisi gibi olmayan insanların dertlerine duyarsız kalamayan insanın, başka yaratıkların dertlerine de duyarsız kalamayacağını da düşünüyor, ama Haldun Süral ve Gülgün Selamoğlu gibi, “Bugün için insan-hayvan etkileşimindeki temel noktanın insanın hayvan üzerinde kurduğu tahakküm ve ona yaptığı zulüm olduğunu” görüyorum (Birikim, sayı 74, s. 62).
İnsanın, daha somut olarak Batılı insanın, kendine benzemeyenler üzerinde tahakküm kurması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gaddarlıkları ilerlemenin gereklerine atıfla haklı göstermesi, modernizm eleştirilerinin değindiği temel noktalardan biri. Bugün solun cevap vermesi gereken sorulardan en önemlileri de, modernizmle ilişkiler bağlamında ortaya çıkıyor. Ben kendi hesabıma, bu tür sorulara verilen en güzel cevaplardan birini Birikim’de okudum:
“Modernliğin savunusunu ve eleştirisini aynı anda üstleniyorum, çünkü birlikte doğmuşlardır. Kökeninden beri modernlik kendini eleştirmeyi hiçbir zaman bir yana bırakmadı. Ama modern dünyanın ve getirdiği dehşetin eleştirisi beni hiçbir zaman demokrasiyi reddetmeye sevk etmedi. Başarısızlıklarına rağmen demokrasi, aldatıcı teknolojik uygarlığın ender gerçek kazanımlarından biri. Öteki siyasal sistemler insanlara yabancı ilkeler üstünde temellenmektedirler... Demokrasi halkı halk adına temellendirir. O, insanların kendilerine verdiği yasadır. Yukarıdan ya da Tarih ötesinden indirilen bir kader değildir demokrasi; ne de kanın ya da ölülerin dikte ettiği bir yasadır. O bir iman değildir ve bir mutlak önermez... Özgür ve barışçıl, bize elimizi komşumuza vermeyi ve tirana karşı mücadele etmeyi öğreten bir birlikte yaşama sevincidir” (Octavio Paz., Birikim, sayı 65, s. 70).
J.M. Keynes, Essays in Persuation, New York: W.W. Norton and Co., 1963, s. 306-7.