Birikim Yazı Kurulu üyesi
Onal Kutlar’ın anısına...
“Ey geçmiş! silindikçe, silindikçe
bugünle donanırsın.
Ey şimdi! geçmişle süslenirsin sen de.
Ey zaman aralıkları, zaman aralıkları!
Bilmem ki ne isterdiniz bir gidiş-dönüş biletine”
(Edip Cansever)
Birikim’in “alameti farikası”nın ne(ler) olduğunu hep düşünmüşümdür. Kendi Biz’ini “esas sol” kabul ederek aşkiya dünyada yıllarca soltanat kurmuş geleneklerin Birikim’e ilişkin esas hakkındaki mütaalaları nedir? Bu soruların yanıtlarını yıllarca merak etmişimdir...
Birikim, ilk dönemde (1980 öncesi) teorik-politik-kültürel, ikinci dönemde ise politik-teorik-kültürel dengeler içinde, ele aldığı konuları derinliğine işleyen yönelim içinde oldu. Birikim dergisinde, tüm zamanlarda kültürel-estetik tad olduğundan bu yazı, klasik bir yazı ötesinde deneme tarzında kurgulandı. “Kavramlar”, “imgeler” ve “gündelik hayatın” dilini iç içe geçirerek bir değerlendirme yapmaya çalıştım. İlk dönem birikimlerin, kavramlar kadar imgelerin tarihine ilişkin kültürel tartışmalar yaptığı, ayrıksı bir yerde durarak nev-i şahsına münhasır “alternatif bir okul” olmaya çalıştığı düşünüldüğünde, dün ve bugün Birikim’e dışsal olan birinin süsüne kaçmadan böyle bir yazıyı yazmak oldukça zor...
Çünkü, çok özetle Birikim, bizim için taşıdığı anlamın tamamlanmasını bekleyen özelgüzel bir dergi...
100. sayı vesilesiyle bir yazı yazmak, sadece yüz sayılık bir külliyatı değerlendirmekle sınırlı kalmıyor. Bu tartışmaya, bir anlamda geriye dönerek yeni ve tersinden okumalara bir ucundan girildiğinde, Birikim dergisinin ötesine geçip, siyasal tarih, teorinin tarihi gibi karmaşık sorunlara girmek kaçınılmazlaşıyor ve geçmiş zaman ile şimdiki zaman arasında “gidiş-dönüş bileti” gerekiyor.
Geçmişi tasnif etmenin, yöntem, biçim ve içerik olarak zorlukları ortada. Zorluğu oluşturan nedenlerden biri, geleneklerin hem kendilerine, hem de öteki’ne, resmî tarihlerinin dışından bakma alışkanlığını kazanamamış oluşudur. Bir kısmı eski hiyerarşik bir hayatın dışında da olsalar, örgütlenmelerin/geleneklerin sosyolojik, kültürel birer hayat kurduğu ve insanları biçimlendirdiği ve bunların “alışkanlık” halinde yaşadığı düşünüldüğünde, hâlâ “Çocukluktan kalma/ve artık değişmezlik kazanmış/yanlış bilgi;”lerle (Cemal Süreya), eski Türkçe muhalifler olarak geleneksel olanın rahle-i tedrisinde yaşayarak, ne eski, ne yeni kendimizi, ne de öteki’ni değerlendirmek zor. Sürekli olarak kasdi faul yaptığımız bu öteki matbuattan aklımızda kalan durumlar, bir derginin kapsamının ötesinde “İnsansız anı yoktur. Var mıdır” dizelerinin çağrışımlarındaki gibi, insana dair durumlardı. Çünkü tarihten, hatıralardan insanı çıkardığımızda geriye kalan şeylerdir, eşyalardır. Ve ne yazık ki, muhalif, aşkiya dünyada da “insandan eşya yaparlar” sözünün hükmü geçmektedir...
Zorluk, yaşanmış ve yaşlanmış siyasal tarihin ve hattâ hatıraların henüz “tarih” olamayışları, hâlâ içinde deviniyor oluşumuzda da yakından ilgilidir.
Bu nedenle şimdilik, ortaya çıkan bazı göstergeler, durumlar üzerinden yumuşak sesli harflerle “mırın kırın” konuşmak gerekiyor.
Okurun, yazının bitiminde, “Neler konuşmamıştık son buluşmamızda” dememesi için de elden geldiğince konuşulmayanları konuşmaya çalışacağım.
DİKKAT BİRİKİM VAR!
“Şanssızım diyemem ben kendi payıma
Oluyor böyle şeyler ara sıra
Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim
Bütün çocuklar anlar da”
(Cemal Süreya, “Dikkat, Okul Var”)
Birikim’in tarihi; –kasıtlı bir yerden tanımlama yapacak olursak– çok özetle “eğiticilerin de eğitilmesi gerektiği”ne dair esastan ve usûlden bir 1. ve 2. dönemdeki vurgu/tonlama (teori-politika-kültür) farklılıklarına karşın, dünyayı değiştirme çabalarının henüz yenik düşmediği –ve/veya öyle sanıldığı– bir dönemde Birikim, Marx’ın ünlü yorumlama ve değiştirme sorunsalında, yorumlamaya dair biriktirme çabasıydı. Feuerbach Üzerine Tezler’deki “Benden önceki filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler oysa aslolan onu değiştirmektir” mealindeki 11. Tez’in, Türkiye’de teorinin ve politikanın tarihi içinde nasıl kavrandığı üzerine, “iç dökümü”nü aşarak, “mukayeseli” bir “düş dökümü ve iş dökümü” yapmak gerekiyor.
Türkiye sosyalistleri özgün tarihleri içinde, “ideoloji, teori, felsefe, politika, program, tüzük, pratik” gibi sözcükleri, gerek bir başlarına, gerekse de karşılıklı ilişkileri içinde kavramlaştırma konusunda bir bütün olarak özdeşlik anlayışından yola çıktılar. Çok daha genel arka planlar olan, sızarak nüfuz etme özelliği olan “felsefe, teori ve ideoloji” üçlüsü ile politika ve program arasındaki ilişkilerin yanlış kurulduğu bir dönemdi bu. Sonsuz soyutlamalar içinde kendini kuran ideoloji, teori ve felsefe bahsinin, indirgenmesi, basite irca edilmesi ve kendi Marksizmimizin bütünü zannedilmesi, teoride dogmatizm, politika da ekonomizm, pratikte ise devasa bir sekterizm olarak yaşandı. Marksizm’in genel alanına ilişkin kolaj, indirgenmiş kıssadan hisse bilgilerin, kısa zamanda resmî tarihe ve resmi kimliğe dönüştürüldüğü bu momentte Birikim, bir başka yerden konumlanmaya çalıştı, tepede, dikey göz olma yerine, yatay bir öteki göz olmaya çabaladı.
Sosyalizm ütopyasının makro ve mikro iktidarlara ve ona ait araçlara göre kurgulandığı, politika teorisi ve pratiğinin, özgürlükten daha küçük bir toplam olduğunun ayrımına varılmadığı, insanın hallerinin ismin halleri gibi beş parmak haline indirgendiği ve sayısallaştırıldığı özdeşleştirildiği bir tarihti bu.
Klasik kavramlarla ifade etmek gerekirse, teori ile pratik ilişkisinin, sosyalizmin evrensel kutuplaşmalarından devralınan resmî tarih üzerinden kurulduğu, edinilen genel ve özel ansiklopedik bilgilerin, “devrimci bilinç” olarak tanımlandığı bu evrede, “öteki göz” olmak riskliydi ve öyle oldu. O dönemin koşullarının ürünü olarak da, seçilmiş bir tarz olarak da, hayat ile soyut bilgi arasındaki ilişkinin, cılızlığına yüksek sesle teorik bir itirazdı Birikim... Diğer sektörlerin ona itirazı ise, o dönemin yaygın deyimleri olan, “lafazan”, “entellektüel geveze”, “pratik kaçkını”, “a politik sivil toplumcular” sözcüklerinde toparlanıyordu.
Oysa tartışmanın özü, teorinin, kavramların tarihi ve elde edilme biçimleriyle ilgiliydi. Teorinin bütünselliğinden koparılmış, dipnot, alıntı, geleneğine karşın Birikim, entellektüel olarak birkaç adım önde ve biriktirilmiş bir yerden, işaret parmağını yitirmeden verili olana itiraz ediyordu.
Evet, Birikim, Türkiye muhaliflerinin teori ile ilişkilerine itirazdı... Ama bu itiraz doğrudan ve dolaylı olarak da pratik hayata bir itirazdı, tasarlanan sosyalizme itirazdı. Beş altı yıl önce gündeme getirilen “Sosyalist Demokrasi” tartışmalarının Birikim’de eylül öncesi yapıldığını görmezlikten gelen bir vefasızlık halen sürmektedir. Çünkü Birikim, “düşman”, yoldan ve soldan çıkmış, kötü yola düşmüş. “Çok adres bildiği için adı pezevenge çıkan” (Edip Cansever), yolu teoriye düşmüş öteki’ydi.
100 sayılık ikinci dönemde bu itiraz teorik-politik itirazlar olarak kendi içinde yeni bir denge kurdu. Elbette, bu saptamalar ilk dönemin hiçbir politik itiraz içermediği anlamına gelmiyor. Teorinin içindeki gizli itirazlar kadar, o dönem açılmış olan sosyalist demokrasi ve reel sosyalizm, parti üzerine olan yazıları, bizim mahallenin müdavimlerine anımsatmak gerekiyor.
Okurun, teoriyle ilişki kuranın anında siyasal “müşteriye” dönüştürüldüğü kavrayışta teori özgürleştirici değil tutucu bir işlev görüyordu. Bunun anlamı, teori-birey ilişkisinin resmîleşmesi, teori-biz ilişkisinin mutlaklaşması, teori-ben-biz ilişkilerinde ben’in devreden çıkarılışı, biriktirilen niceliğin bir türlü niteliğe dönüştürülememesiydi.
Belki de bu nedenlerle de Birikim, legal ya da illegal solun (en reformcusundan en radikaline kadar) resmî ders kitaplarına giremedi. Geleneklerin teorik önderliğine soyunanlar, Birikim’i, yazdığı yanlış şeyleri eleştirmek ve defterini dürmek için okuyup eleştirdiler. Bunun temel nedeni, kendi teorimizin dünyayı yorumlamaya muktedir olduğu, öteki teorinin ise (ki Birikim öteki’ler içinde ötekinin ötekisiydi...) yanlışlardan ibaret olduğu kesin yargıda yatıyordu. Kendi bilgimizin, bilincimizin ve pratiğimizin maddi ve manevi dünyanın insana dair bütün toplamını içerdiği yanılsamasının ürünü olan resmî tarihler kendi kitaplıklarına bu “zararlı yayını” sokmadılar. Her gelenek, doğa ve toplum karşısında iradey-i kül’dü, öteki gelenek ise iradey-i cüz.
Bu bakımdan, girişteki “Dikkat, Okul var” şiiri, “Dikkat, Birikim var” olarak okunabilir. Sol trafikte Birikim, “fark etmek yasaktır!” noktasıydı.
Ne ki bütün çocuklar anlamasalar da bazı çocuklar bunları anlamaya çalıştı... Resmî okul kitaplarına, başöğretmenlere ve her biri kendi tarihi içinde önemli değerler yaratmış, ama önemli yanılgılar da üretmiş okullara rağmen...
Birikim’i kimler oku(mu)yor?
“Vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
Vaktinde anlamanın sevinci mi
Ya da biraz geç kalmanın
O gereksiz tedirginliği...
Ama belli ki sonundayız her şeyin
En sonunda”
(Edip Cansever)
Birikim’in kaç adet basıldığı, kaç sattığı, kaç kişinin “hakikaten” kaç kişinin “sol/rol icabı okuduğu”, kaç kişinin “kıymetli evrak” kabilinden arşivine koyduğunu açıklayan bir okur anketi yok. Genel kanı, Birikim’i okuyan kümenin, soyut/kavramsal bilgiye yatkınlığı, entellektüel ya da entellektüelliğe meyyal olduğudur. Yani daha çok “hayal bilgisi” ile uğraşanların solunun Birikim’e düştüğü, “hayat bilgisi” ile uğraşanlarının solunun ise sokaklara düştüğü söylenebilir.
Belirtmek istediğim, Birikim’in okur profilini çıkarmak değil. Benim özellikle altını çizmek istediğim, Birikim okurları içinde, marjinal ve küsur bir öteki kümenin varlığı ve bunların en ilginç Birikim okurları olduklarıdır. Bu küme, Birikim’i “vazgeçmenin” dergisi olarak gören, legal ya da illegal en radikal solun (geçmişte ve şimdi) içindedir. Bu okur kitlesi ile Birikim arasındaki, “okurşaşar”lık ilişkilerini sadece politik faydacılık, köylü/kasaba kurnazlığı ile açıklamak yanıltıcıdır. Marksizmi, kendi resmî tarihinin “ev ödevi” yöntemiyle öğrenen bu marjinal kümeyi Birikim’e yönelten nedenler, politik, sosyolojik ve psikolojiktir.
Birikim ile bu kümenin ilişkilerini “yaralı kalma alışkanlığı” ile kavramlaştırıyorum. Tanımlanmış öteki olarak Birikim bu kümeye sürekli olarak “yaralı kalmayı” anımsatmaktadır. Çünkü Birikim, öteki olarak, “yara”ya göre de tarif edilmiştir. (Çatışmalı toplumlarda, azınlık sorunlarının yaşandığı bütün toplumlarda olduğu gibi; yaralı bilinç ve yaralı kalma alışkanlığı...)
Kavramlaştırarak gitmek gerekirse, bu küme Birikim’in “gizli okur”udur. Siyasal, kültürel, pratik profil olarak diğer Birikim okurlarından tamamen farklıdır. Bu kümenin Birikim’den teorik ve politik “nemalanma”sı esasta ve usûlde, illegal ve “yarı legal”dir. Çünkü, Birikim okumak, bu kümenin kendine ve ait olduğu kümeye açıklamayacağı bir “durum”dur. Bu nedenle de bu küme bir kişilik bölünmesi, yabancılaşma içindedir. Ait olduğu biz’in mani-festosu, “Birikim evde okulda dergâhta bulundurulmaması, okunmaması gereken zararlı bir yayın” şeklindedir. Bu etik ve politik çerçeveye, engellemeye rağmen Birikim’e ulaşan, okuyan ve nemalanan insanlar, pedagojik bir kavramlaştırma ile söylenecek olursa “gizli öğrenme” içindeki “gizli okurlar”dır. (Elbette burada gönüllü bir göze almayı da unutmamak gerekir: “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” [Ece Ayhan])
Gizli bir okurun varlığı, bir korunmadan çok, özel keyf alma biçimidir de. Çünkü burada, siyasal bir süreç olarak öteki’nin itilişi, psikolojik olarak öteki’nin çekiciliğini de doğurmaktadır. Bu haramın, keşfedilmemiş olanın çekiciliği kategorisidir. Örgütlerin/geleneklerin siyasal tarihi sosyolojik olarak incelendiğinde, “aşk dediğin haram olur. Helal olunca o aşk olmaz” sözünün tuttuğu yer görülebilir. Kendi biz’ine ve onun teorik politik hattına ait aşk’ın, bir aşamadan sonra alışkanlık haline geldiği, helâl hale dönüştüğü, teorinin ve siyasetin insanın “içini” de “dışını” da açıklamakta yetmezleştiği, –dahası insanın içini unuttuğu!..– bir noktada, öteki sözcüğü, afaroz edilmişlik anlamının ötesinde, “helâl olunca o aşk olmaz”lık anlamındadır...
Düşmez kalkmaz sadece düşler, sözünün henüz zuhur etmediği bir dönemde Birikim, haram bir aşk’tır öteki için.
Hiyerarşik-dikey bir hayatın, militanı ya da sempatizanı olan bu kümenin Birikim okurluğunu açık ettiği mekânlardan birisi cezaevleri ise, “gizli işsizliğin” oldukça yaygın olduğu yeraltıdır. Bireyin kendini, düşlerini yeniden tarif ettiği özel mekânlar olarak cezaevlerinde Birikim okumak günahtan/günahkârlıktan azadedir. Eski Birikim müptelalarına yenilerinin eklendiği süreç açığa çıkmıştır. Şaşırtıcıdır, ama böyledir. Elbette bu durum, mecazi anlamıyla söylersek “ve taşlar bir katılıktan bir başka katılığa geçiyorlardı” dizelerindeki göndermenin yaygınlığını, belirleyiciliğini dıştalamaz. Ama, eski tarzda bir aşınma ve aşılma, çözülme de başlamıştır.
(Burada ilginç olan bir başka nokta dün ve bugün Birikim okurlarının –kendim de içinde– bu dergiyi, ait olunacak bir adres olarak değil, kendi yetmezliklerini aşacak “dolgu malzemesi” olarak hayatlarına sokmalarıdır. “Yıl sonu müsamerelerine çıkarılmayan” Birikim’den okunanlar, bu müsamerelerde ve soltanat içi münazaralarda hep alıntılanır. Ama kendi bağlamının içine sızdırılarak...)
Ezaevleri, bütünlüğün bozulduğu, sistemin çöktüğü, bir kez daha “Yenemedik artakalan olmayı” denilen zamanların yaşandığı mekânlardır. Ece Ayhan’ın “Mor biletli yolcular! El değiştiren halk kartları!/Ne kadar az yer kaplıyorsunuz” dediği bir siyasal iklim söz konusudur. Mekanın politikası, mekanın poetikası yeni okuma biçimlerini, yakını ve uzağın nasıl görüleceğini, kışkırtmaktadır. Sorun sadece, bazı yayınların/içeriye girmesi ya da girmemesi ile ilişkili de değildir. Teoriyle ilişkinin ve okuma kültürünün, iktidar denklemine göre değil, özgürlük denklemine göre yeniden tanımlanması ve kovulanın geri çağrılması, insanın güzelliği öderken kendini keşfetmesi zamanıdır.
Duyduk ki, bir daha/Kuş getirmek sınıfa/İntihar olmuş cezası/Hal ve gidiş tüzüğünde/Biz Kuşları tutmuyoruz ki/Kapıda koyveriyoruz/Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar/N’apalım?
(Ece Ayhan)
Mekânın poetikası/politikası, bu süreçte, bastırılmış olanın geriye dönüşünün, açığa çıkmasının gizilgüçlerini biriktirir. Bu bir doğaçlama halidir. Bitişik nizam ve kafileler halinde kafiyeli yaşanmış bir hayattan sonra, “su ile toprağın (ben ile biz’in) karşıt dinlerden olmadığı” açığa çıkmıştır. Biçim olarak her şey eski haliyle sürüyor görülmesine karşın, içten içe birşeyler değişip dönüşmektedir. Devasa bir iz denklemi içinde. “Hep kaldıramayacağını kucaklayan”lar, kendilerini kaldırmak için teorik ve politik yeni nirengi noktalarına gereksinmektedirler.
“Bir su yılı denebilirdi geldi geçti/Üstünde durmuyorum/Terledim, bulanık baktım/Ne varsa kendiliğindendi”...
Nurdan Gürbilek’in edebiyat metinleri (değişik yazarlar) üzerinde özgün okumalar yaptığı Yer Değiştiren Gölge adlı Denemeler’inde söylediklerini konumuzla da ilişkilendirebiliriz:
“Bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, o kadar uzaktan dönüp bakacaktır size. Karl Kraus’un sözcükler için söylediği, edebi metinler için de geçerli. Bu yüzden bu denemeler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’ın, Bilge Karasu’nun yazdıklarını aydınlatma çabası olduğu kadar, bu metinlerin üzerinde gezinen gölgeyi, her an yer değiştiren bu gölgeyi, onlarla aramızda ister istemez var olacak uzaklığı anlamlandırma çabası olarak da okunsun isterdim.”
Nurdan Gürbilek’in aktardıkları ve söyledikleri konumuz bakımından da geçerli ve bu nedenle ödünç alınabilir. Çünkü, cezaevlerinde uzaklığın ve yakınlığın yeniden anlamlandırıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Eşya ve kavramlar kabuğuna çekilmiştir. Artık biz’i –dolayısıyla ben’i– oluşturan kavramsal metinlerin, biriktirilmiş hayatların açığa çıktığı, aydınlandığı an’dır. Bir şimşek çakmış, hem içimizdekiler, hem de dışımızdakiler birden, çatkapı görünür olmuştur/kılınmıştır. Görünenin, açığa çıkanın yeniden baskı altına alınmaması ve gizlenmemesi için yeni bir görme biçimi gereklidir. Tanımlanmış uçmalar dönemi bitmiş, kopmak, eskimiş olandan kopmak dönemi başlamıştır...
Birikim imkânlardan biri olarak devreye girer... Birikim, o noktada bize, “Kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. Oysa kuşların/diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar/Sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar/Bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden/Kopuyorlar bir bir/kopsunlar, ben bunu anlıyorum” (Edip Cansever) dizelerini mırıldanmaktadır...
Anlatmaya ve yargılamaya kurgulu yanlış zamanlanmış teorik bir dilden, gerçeği ve ötekini anlamaya yönelik bir teorik dilin, politik dilin, kültürel dilin serüvenidir Birikim...
BİRİKİM Mİ DEDİNİZ “SOLDAN ÇIKMIŞ ÖTEKİ!”
“Kırmızı yanlışlarımı çok severim”
(Edip Cansever)
Birikim’in sol/muhalif tarih içindeki yerini anlamak için “öteki” kavramını kullanabiliriz. Öteki kavramının bu tartışmada izini sürmek, sistemin öteki”lere bakışından ne kadar koptuğumuzun anlaşılmasını da sağlayabilir. Son on yıldır öteki kavramı, ulus-devlet’in aşılma dinamiklerinden biri olarak, “azınlık” ve “kimlik” kavramlarıyla birlikte kullanılır oldu. Bu solun tarihi açısından ilerlemedir. Oysa sosyalist sol kimliğini, (mülkiyet dünyasının neden ve sonuçlarını eleştirerek değil!) öteki sola göre tarif ederek kurmaya devam ediyor. Bu nedenle de, sistemin öteki kavramını kullanış biçimine benzer bir yanılsamayı kendi içinde yeniden üretiyor. Oysa aslolan, bu sözcüğü, kavramı yeni ve özgürleştirici bir anlamda söylemektir.
Birikim, –şimdilerde kırılmaya yüz tutsa da– bir bütün olarak sol sektörün “öteki” olarak algıladığı bir dergi. Yanlış öteki... Çağıran tarafları olan bir azınlık... Yetmiş iki buçuk grubun olduğu bir siyasal konjonktürde ona atfedilen “buçukuncu”luk. Aslında ben bu algılamanın iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Birikim’in kendi iddiaları söz konusu olduğunda, uçta olmak, ama uçmamak önemli geliyor bana. Bu sözcüğün güzellemeci kullanımıyla bir çingene solu (yani roman ve romans olmak) olmak meselesi. Hiç kimsenin akrabası olmak, hiçbir yerde oturmak...
Birikim’in öteki oluşu ve iletişimsizlik “kuş fobisi” kavramıyla da açıklanabilir. Bu kavram, Kıbrıs’la ilgili bir incelemede Prof. Namık Volkan tarafından oluşturulmuştur. Özetle, kendi biz’i içine kapanan toplulukların, kendilerini kafes içindeki kuşlar gibi görmelerini ve uçmanın unutulup, kafes hayatının alışkanlık haline gelmesiyle öteki’ne, öteki mekâna ulaşamamak gerçeğini ifade eden bir kavramdır. Birikim’le ilişki bu nedenle bir “kuş fobisi” (Düş fobisi) gibidir...
Kendi biz’leri içinde “koro ve solo” kahraman olanlar bir türlü öteki’nin mekânına, öteki’nin teorisine, öteki’nin biz’ine koşamamaktadır. Bir uçmazlık ve sabitlenme söz konusudur.
Birikim’in, Onat Kutlar’la beraber çok eski yazı Kurulu Üyesi Can Yücel’in “maaile”de yer alan Gurbette Bir Muhabbet Kuşu” şiiri de “kuş fobisi”ne ait imgeler toplamıdır:
“Erol’un çatı katında Stutgart’ta/Muhabbetsiz kalmış bir muhabbet kuşu/Laciverdi ak-yeşil tüyleriyle/Çırpınıyor tünekten tüneğe/Bir aynası var yalnız kırık/Arada bir karşısına geçip/Duruyor öyle ne görüyorsa artık/Belki de sürüldüğü ormanlardan/Aşklardan meşklerden/Bir kara benek görüyor/Mu?/Yook!/ (..) Kafesin kapısını açtım/Zorla dışarı çıktı/Çıkmasıyla da bir oldu içeri girmesi.../Ah, muhabbetsiz kalmış muhabbet kuşu/Tan ağarıncaya dek/İçim içimi yiye yiye/Gözledim seni.”
POLİTİK KÜLTÜREL, SANATSAL GENİŞLEME VE BİRİKİM
“Sanki bir defaya mahsus olmak üzere
dünyaya bakıldı.”
Ve her şey görülecek, kavranacak sanıldı. Ece Ayhan’ın (Dipyazılar) çok özgün, “sivil”, “sıkı” ve “karaşın” anlatımıyla. “Her bir şey tarihtir” “ve Tarih ayağa kalkılınca görülebilecek bir nesne değildir...” tümcelerindeki içeriğin kavranması gerekiyordu. Cemal Süreya da. “Siz, Saatleri”nde “gerçek neydi biliyor musunuz: her şey” diyerek, gerçeğin kendi algımızla sınırlı olmazlığına vurgu yapar...
Zamane Birikim, (Eylül öncesi) daha ilk zamandan, solda verili olan sosyalizm anlayışına, teoriyi elde etme süreçlerine, verili tarih teorisine ve haliyle gerçeği görme, bilme değiştirme ve dönüştürme biçimine itiraz etmişti... Bu itirazların bugün ne kadarının doğrulandığı/yanlışlandığı meselesinden öteye ya da “biz söylemiştik, tarih bizi doğruladı ey yanlış çoğunluklar” tiradının ötesinde bir şeydir.. Bir bütün olarak Birikim’in yangında kurtarılacak ilk matbuatlardan olması, onun sayfalarında tartışılan her şeyin doğruluğu veya doğrulandığı ile ilgili değildir. Birikim’in, sahafa en geç düşecek, sahaftan en çabuk satın alınacak bir ürün olması, onda içerilenlerin her dönem ortalamanın üstünde bir derinlik, nitelik içinde oluşuyla ilgilidir. Bugün bile, ilk Birikim’lerin keyifle okunması, kaynak niteliği taşıması önemlidir.
12 Eylül öncesi dönem, Birikim’in teoriye, diğer dergiler etrafında kümelenmiş grupların ise çok fazla pratiğe yöneldikleri ve aradaki teorik ve pratik zamanın, mesafenin açıldığı bir dönemdi. Bu dönemde Birikim, “kızılan” ve “tecrit” edilmeye çalışılan bir dergidir. Ama, o kadar da çekim merkezidir, birkaç adım öndedir ve kendi türünde biricik’tir. (İşlediği konuların sadece orada işlenmesi ve oturduğu teorik/siyasal bağlam vs..)
Son beş-on yıldır ise hayatımıza giren “azınlık”, “öteki”, “insan hakları”, “kimlik”, “radikal İslam”, “postmodernizm”, “feminizm”, “ulus-devlet” vs... gibi kavram ve kategorilerin Birikim’de ele alınışı da yine özenlidir. İkinci dönemde Birikim, daha çok politik-teorik ilişki kuran bir yayın görünümünde. İlk dönemde direkt olarak teoriye, en direkt olarak da politikaya kanallar açan Birikim, ikinci dönemde politik tonun teorinin öne geçmesiyle politikaya malzeme taşıyan bir yayın görünümünde. Bu durum, ilk dönemde biriktirilenlerin (teorinin) ikinci dönemde politikaya tercüme edilmesi olarak da yorumlanabilir. Bu dönemde aynı kavramlarla ilişki kuran çok değişik yayınların olması, Birikim’in çekim merkezi ve biricik olmasını görece azaltmıştır. Solun önemli bir niceliğiyle, (sosyalizm vb. konulardaki temel farklılıklara karşın) Birikim arasındaki mesafenin (teorik, teorik politik mesafe) azalması söz konusudur.
Artık solun yaygın bir kesimi tarafından Birikim okumak, hattâ sevmek meşrûdur... Artık sınıfa Birikim getirmenin cezası “hal ve gidiş tüzüğünde” intihar değildir!...
BEN VE BİZ İLİŞKİLERİ VE BİRİKİM
“Sordular. Sorular benim insanlarımdır.”
(Edip Cansever)
Birikim, biz’in (parti, örgüt, sosyalist devlet) mutlak anlamda yüceltildiği bir siyasal, toplumsal konjonktürde (1980 öncesi) bir başka yerden, biz’in organik oluşturucusu olması gerekirken unutulan ben’in olduğu yerden de konuşuyordu. Devrimci solun siyasal kültüründe neredeyse genetik bir hal almış, “biz her şeydir”, birey hiçbir şeydir” kavrayışı karşısında Birikim, “birey”e, iktidara kurgulu özgürlük teorileri karşısında ise “özgürlüğe” yaptığı vurgularla tarihte yerine aldı.
Birikim, mutlaklaştırılmış, yabancılaştırılmış “Biz” üzerinden konuşulan egemen siyasal iklimde, hem “ben” üzerinden hem de -başarılabildiği oranda- “biz olmayan biz” üzerinden teoriyle ilişki kurarak bir gelenek biriktirdi.
Makro ve mikro iktidara göre kurgulanmış bir sosyalizm geleneğine itiraz etti. Şimdilerde, hatıraların bile hiyerarşik anlatıldığı, resmî meselleri düşündüğümüzde bunun önemi ortaya çıkar.
Birikim’e atfedilen sivil toplumculuk, ve şimdilerde onun yanısıra atfedilen postmodernist siyasetin rahle-i tedrisi iddiaları teorik olarak da, siyasal olarak da eni konu tartışılmış mülahazalar değil. Tersine, etik bir sorun yaratacak kadar “laf atma” tarzında olan bu saptamaları önemsemeyenlerdenim. (Her iki kavramın dışında bir kavramsal ve pratik “bütünlüğe” sahip biri olmama karşın... Ayrıca her iki kavramın henüz Türkiye’de sol kültürde yer etmediği ve tartışılmadığını düşünenlerdenim.)
Birikim’in en büyük şansının –12 Eylül öncesinde eşikten dönerek– örgüt olmayışı ve taşıdığı teorik, politik birikimleri bir başka yerden hayata taşımasında olduğu kanısındayım. Birikim’in apolitik olduğu iddiasına göre, dilin yanlış zamanlanması olarak kınıyorum!..
“İnsanlar arasında yalnız kalan Tanrı” (M. Cevdet Anday) olmak kolay değildir. Ateist muhalif bir Tanrı olmak...
SONUNDA ANLADIM Kİ BİR KİTAPTA RESİM ŞART
“Kılıç kalkan gürz ve at
Tâ çocukluğumdan beri
Ne buldumsa okudum
Sonunda anladım ki
Bir kitapta resim şart”
(Cemal Süreya)
Hatırlıyorum da, galiba benim hayatımda, temel farklılıklarıma karşın her dönemde Birikim, sol çekimli bir karanfil’di, ve bizim mahallede her daim alıntı bulmak ve solmektep münazaralarında alıntı kırıntılarını serpiştirmek için de okunurdu. Ve her daim resimlerine bakılarak okunurdu... Çok renkliydi... Çünkü, imgesel bir anlatımla “Renkler! tek tek alırsan hepsi birer tarikat”tı.. (Cemal Süreya)
Divanda, dergahta, soltanat mekânlarda resimlerine bakılarak okunurdu...
En azından ben böyle okurdum...
Birikim, kendi tarzında, uzun ince bir solda’dır...
Yangında ilk kurtarılacak matbuatlardan/neşriyatlardan biri olarak satır satır, hece hece okumakta yarar vardır...
İkinci ve üçüncü şahıslara ilânen duyurulur...